Sabir Şahtahtı

Mil


Скачать книгу

da kolumu yoruyordu. Belki de onu kaybedeceğimden veya kıracağımdan endişe ettiğim için parmaklarımı sıkıp kolumu gergin tutmaktan dolayı yoruldum. Kısacası paketi kâh elimde tutuyor kâh koltuk altıma vura vura hâlâ nine için hediyeyi nereden alacağımı düşünüyordum. Böylece çiçek satan kadının önüne geldiğimi fark ettim. Çeşitlerden ve çiçeklerin o kadar büyük ve şeffaf olmamasından sera ürünü olmadığı anlaşılıyordu. Kadın benim çiçeklere dikkatle baktığımı ancak beğenmediğimi hissedince biraz sefil, hem de malına güvendiği ölçüde sessizce “Aşağı eğilin!” deyince sanki yorgunluğumu almak için elime bahane geçmiş gibi hemen dizlerimi büküp sırayla dizilen üç kovanın önünde durdum. Kokuları birbirine karışan çiçeklerden çok kadının ümit dolu gözleri dikkatimi çekti. Onu eli boş bırakmayacağımı söyleyebilirim. Başımı tek tek kovalara uzatıp çiçekleri koklarken kadın:

      – Evlat, kimin için alıyorsun, dedi.

      Farkında olmadan “Nişanlım için!” deyince Albina’nın ninesinin kırışıklıkla dolu yüzünü hatırladım ve güldüm. Ben bu hoş ruh hâli ile karışan çiçek kokularını ayırmaya çalıştığım sırada satıcı, tüccar yüzsüzlüğünden uzak bir utangaçlıkla sağ taraftaki karton kutudan bir demet gül çıkardı:

      – Siz bunu alın. Yaprakların renginin solgunluğuna bakmayın. Gerçek güldür. Kokusuna bakın, insanı nasıl mest ettiğini görün. Hem de gül aşıkların çiçeğidir.

      Pazardan çıkarken solda alçak bir gecekondu gördüm. Eski, tahtalarının ekseriyeti çürümüş bir kapı vardı. Kapı çerçevesi ile duvar arasında avuç içi büyüklüğünde kızıl bir gül filizlenip insana “Gel, gel.” diyordu. Gülün güzelliği, sadece adına kapı denilen tahtaların eğri büğrü görünüşünü süslüyordu. Hayranlık uyandıran bu manzara içimde garip hisler uyandırdı: Gül nerede bitse orası güzelleşir, göz alıcı bir hâl alır.

      NİNE VE TORUN

      Biz sözün tam manasıyla nine balasıydık. Her ikimizi de ninelerimiz büyütmüştü. Her cefamızı çekip bu yaşa getirmişlerdi. Bir anne öz evladı için ne yapabilirse ninelerimiz belki de ondan yüz kat fazlasıyla beslemişlerdi bizi. Sadece göğüslerinden süt emmemiştik. Süt vermek de şüphesiz ki onların kendi elinde değildi. Bazen, ninemin bana vermek için sütü olsaydı ta ki bu yaşıma gelene kadar göğüslerinin kurumasına izin vermeyeceğini düşünürdüm. Onları biz tanıştırmıştık. Sonra da bir tesadüf neticesinde komşu olmuştuk.

      “Nine ve torun” ifadesi Albina ile benim gizli, daha çok ninelerimizin kulağına fısıltıyla söylediğimiz bir parola idi. Bu ifade bizi zerre kadar rahatsız etmiyordu. Ayrıca ninelerin birbirlerinin yanlışını fark ettiklerinde görmezlikten geldiklerini anlardınız. Biri diğerini çocuk gibi, bizim tabirimizce torunu gibi azarlar, öğüt verirdi. Kısaca bazen biri bazen de diğeri azarlamaya maruz kalırdı. Bizim için azarlayan taraf nine, sessiz kalan ise torun sayılıyordu. Hiçbiri vazgeçmek istemediğinde ise ikisi de bizim gözümüzde kavgacı nine oluyordu. Bazen de evde, tek başına sokağa çıkmasına izin verilmemiş iki çocuk gibi baş başa verip saatlerce yorulmak bilmeden tatlı tatlı sohbet ettiklerini görürdün. O zaman onlar gözümüze iki torun olarak görünür ve ikisinin de bu rolü ustalıkla oynamayı becerdiklerini söylerdim.

      Kapıyı Albina açtı. Evde iki nine ve ondan başka kimsenin olmadığını biliyordum. Gülleri ona mı almıştım yoksa nineye mi? Albina çiçekleri hevesli bir şekilde koklarken ben bu soruyu düşünüyordum. Ama bu konuda hiç kimse bir şey sormadığı için sustum. Hepsi ile selamlaşıp hemen sofranın başına geçtim. Albina gülleri vazoya koyup ninesinin yanına geçti:

      – Osman güzel güller almış. Kokusu insanın gözlerini yaşartıyor.

      Kadın fersiz gözlerini belirsiz bir noktaya dikmişti. Yerime kurulurken doğruca ona bakıyordum. İlk başta Albina’nın dediklerini ya işitmiyor ya da görmezden geliyor diye düşündüm, ama yanıldığımı hemen anladım. Kadın kırışmış derisinin altından kemikleri sayılan, yaşlı elleriyle vazoyu tutup burnuna yaklaştırdı. Çiçeklerin kokusundan hoşlanıyormuş gibi başını salladı ve zar zor işitilecek bir ses tonuyla “Albina’nın merhum babası her zaman derdi ki kızımdan gülistan gülü kokusu gelir.” dedi.

      Ninenin sol elinin havada sallandığını gördüm. Albina’nın sesi işitildi:

      – Osman, ninem seni çağırıyor.

      Ben yavaşça “nine ve torun” deyince Albina derinden bir iç çekip uzun uzadıya “Hımmm!” dedi ve hızlı bir şekilde işaret parmağını ağzına götürdü. Ninelerimiz birlik olup ben gelene kadar onu sıkıştırmışlardı. Her zaman onların tartışma konusunu merak edip, bazen sakinleştirici bir tonla bazen de kasten kızıştırıcı sözlerle ilgilensem de şimdi kendi yükümü ancak tartabiliyordum.

      Albina’nın ninesi zayıf, kısa boylu, çevik hareketli yaşı seksene yaklaşan bir kadın idi. İki dünya savaşını, Stalin baskısını, Kruşçev’in getirdiği kıtlığın her yönünü görmüş bu kadın, keskin zekâsıyla insanı kendine hayran bırakıyordu. Ben ve ninem ona Gala Timurovna diye sesleniyorduk. Gala Timurovna ile Albina ise benim nineme Benaltın İlbekovna diye hitap ediyorlardı. Eğer ninelerden biri diğerine hitap ederken babasının adını kısaltarak söylerse birkaç dakika sonra kıyamet kopacak demektir. Ninelerin tartışmalarında en çok hoşuma giden şey ise en ağır tartışmalardan sonra bile hemen barışabilmeleriydi. Onlar hiçbir zaman tartışmalarına bizi karıştırmazlardı. Gala Timurovna sert, muhafazakâr ve kıskanç idi. İşte bu yüzden de iki yıl geçmesine rağmen nişanlanamamıştık. Bu engeli aşmak için torunu üniversiteyi bitirip diplomasını almalıydı. İkimiz de üniversitenin son sınıfında gazetede staj yapıp işe girmiştik. Diplomanın alınmasına sayılı günler kaldığı bir zamanda da Tahran seyahati ortaya çıkmıştı…

      Yaşına göre sesi zayıf olsa da insana çok hoş geliyordu. Albina vazoyu elinin içinde tutuyordu ki ona ağır gelmesin. Nine parmaklarını gülün yapraklarında gezdirip:

      – Peygamber (s.a.v.) ile ilgili bir rivayet vardır. Hazret buyurmuş ki beni göklere miraca götürdüler, bedenimden toprağa birkaç damla ter döküldü ve böylece de gül yetişti. Sonra o denize düştü. Bu sırada bir balık onu götürmek istedi. Suyun ortasında olan ‘Damus’ adlı bir canlı ile bu balık arasında çekişme oldu. Allah-u Teala, onların arasında hüküm vermesi için bir melek gönderdi. Böylelikle melek onun bir yarısını balığa, diğer yarısını ise ‘Damus’ denilen hayvana verdi. Bu nedenle çiçeğin altında ikisi balık kuyruğu şeklinde, diğer ikisi Damus’un kuyruğuna, beşinci yaprak da her ikisine de benzeyen beş yeşil yaprak vardır, dedi.

      Benim ninemin söze başlaması ile bizim aile meclisimiz coştu: Diğer bir rivayette ise nakledilir ki Hazret-i Muhammed (s.a.v.) miraçtan geri döndüğünde yer yüzü sevinmiş ve bu sevinçten gül bitmiştir.

      Masada oturup yüz yüze, tek tek nineleri dinliyordum. Onlar ise birbirlerine doğru bakmıyorlardı. Tartışmalarının çok gergin geçtiği hissediliyordu. Sanırsınız ki aniden sihirli bir güç onları birleştiriyordu. Rivayetler bitince sıra dualara geldi. Bu sırada ikisi de bir ağızdan bize bolca dua ettiler. İşte bu tatlı dualar altında da olup bitenler unutuldu…

      Sonunda, Albina’nın ninesi bana gül kokulu bir hayat diledi. Ben de bu çiçeği dikenleri yüzünden sevmiyordum. Pazardaki kadın da bunu hissedip güllerin gövdesine büyük bir gazete parçası sarmıştı. Gazetede Suslov’un büyük bir portresi ve makalesi varmış. Böylece Suslov’un zayıf yüzü yol boyunca sımsıkı sarılmış elimin altında bana yoldaşlık etmişti. Bir deste gül gerçekten de iki yoksul ailenin moralini yükseltmişti. Ben de bundan çok memnun oldum.