Çeçenistan döneminde hafızama sonsuza dek kazınan hatıra, Çakaran helhar25 dansı oldu. Ben bu dansı toplam iki kez izleyebildim. Dede ayrı ayrı köylerden, yaylalardan yirmiye yakın dostunu misafir olarak davet etmişti. Misafirlerin ne için çağrıldığını bilmiyorum, dedenin bu işi genç bir delikanlıya verdiği ve adres olarak eski bir yer adı söylediği yadımdadır. Dedenin dostlarının hepsi buluşma yerine yanında yardımcı getirmişti. Ben onun yardımcısı olsam da odun toplamaktan başka elimden bir iş gelmiyordu. Hayvan kesmek, derisini yüzmek, eti parçalamak, ocak yakmak gibi işler o kadar hızlı yapılıyordu ki sanki bir talimat verilip iş paylaşımı yapılmıştı. Yeme içmeden sonra yaşlılar ocak başında omuz omuza sık durup, alkış tutup, şarkı söyleyerek halay çekiyorlardı. Ben bu manzarayı büyük bir hayranlıkla seyrediyordum. Sonra halay sırası biz yardımcılara geldi. Bizim halayda ne azamet vardı ne de coşku. Evde sordum:
– Dede, bu halayı niye köyde çekmiyorsunuz?
Tek kelime “Yasaktır” diyerek beni sohbet konusundan uzaklaştırmak istese de susmadım:
– O zaman niye çekiyorsunuz?
Bu defa beni dikkatle süzerek gözlerini kıstı. Ateş püsküren bakışlarından korkup geri çekildim. O, bunu anladı. Önce konuşmak istemese de direk gözlerimin içine bakıp, bununla sanki “Sana güvenerek söyleyebilirim.” dercesine ikaz ettikten sonra yavaş yavaş konuştu:
– Arzu, bu savaş öncesi cesaretlenmek için yapılan bir millî danstır. Sık sık hatırlıyoruz ki unutulmasın hem de gençler öğrensin. Adamın içinde savaşma azmi varsa bu büyük bir mutluluktur.
– Savaş dansı mı? Hitler ölmedi mi? Yine savaş mı olacak?
Şimdi de ben sorularla halay çekmiştim. Dede, dudağını azıcık yana büküp:
– Arzu, Çeçenler için savaş her zaman var. Buna hazır oluyoruz ki her fırsatta şerefle savaşalım. Dansımızı çok mu beğendin?
– Çok beğendim, dede, hem de çok. Ama gençler sizin gibi güzel okuyamıyor.
– Çünkü bu halay basit bir dans değil. Yallı26 oynayanlar ruhlarını göklerde görebilsinler ki seslerin hepsi aynı tonda çıksın. “Çakaran helhar” cihat nağmesidir. Bunu koro hâlinde söylemek için ruhların savaş ateşini birlikte yakabilmesi gerekir.
Dedenin müritliğinde iyi vakit geçirdim. Beni yolcu etmeden evvel isteğim üzerine arkadaşlarını yine ocak başında toplayıp “Çakaran helhar” merasimi düzenledi. Bu sefer dansın başından sonuna kadar gözlerimin önünde savaş sahneleri, düşmanı hedef alma, at üstünde kılıç sallama, sürüne sürüne bir siperden diğerine geçme gibi sahneler canlandı.
… Her gün öğrendiğim yeni bilgiler okulda bir yılda öğrendiklerimden daha fazlaydı. Diyelim ki gece rüya gördüm. Nereye baksam Marşal’ı görüyordum. Son anda içimdeki ümit ışığı yolumu aydınlatıyordu. 1 Eylül’de yeniden bir sıra arkasında oturacaktık. Ne yaparsan yap kaderin ne gösterdiğini gör. Eylül’de Vera Marşal bizim sınıfa gelmedi. Aslında böyle olacağını biliyordum. Sadece tekrar sınıfımıza gelmesini umuyordum. İki ay sonra biz Kazan’dan taşındık. Annemin ani bir şekilde hastalanarak vefat etmesi babamı bu kararı almaya zorladı. Annemin cenazesinden kısa bir süre sonra, ninemin himayesi altına alındım. Artık Moskova’da yaşayacaktım. Ninem Benaltın İlbekovna inançlı bir Tatar Türk’ü, Müslüman bir kadındı. Yakın akrabaları ve yaşıtları ondan yalnız Roza, diğerleri ise Roza İlbekovna olarak bahsederdi. İki isimli olmasının sebebinin, merhum annesinin çocukken soğuk havalarda yanaklarının bir gül kadar pembe olması nedeniyle ona böyle seslenmesi olduğunu çok sonra öğrendim. Ninemin en sevdiği meşguliyetlerden biri örgü örmekti. Çocukluk dönemimde elinde örgü varken yanına yaklaşmama asla izin vermezdi. Dikkatsizlikle millerin elime batmasından korkuyordu. Genellikle ilmekleri dört adet çelik renkle toplayıp bazen bir elbiseyi aylarca örerdi. Bir de bakardın haftalarca ördüğünü beğenmeyip sökmüş. İşte o zamanlarda bana ihtiyaç duyardı. Söktüğü ipler dolaşmasın diye onları yeniden yumak yapmaya yardım ederdim ona. Sonradan ninem örgüleri, tığ denilen bir karış boyunda, ucu çengelli bir aletle örüyordu.
Ninem her zaman “İplik eğirme, dokuma, deri tabaklama gibi sanatlar bizim kanımızdan geliyor. En sevdiğim geceler, ninemin örgü öre öre hikâye anlattığı gecelerdi. Ceylanlar, boz kurtlar ile ilgili masalları da çok seviyordum. Biz Türklerin atalarının Altay’da, Tayga’da doğduğunu söylerdi. Doğar doğmaz göbek bağlarını kesip, parmak büyüklüğünde et parçasını kurutup dibekte döverek tozunu rüzgârda savururlar. Yüzyıllar boyu rüzgârda savrulan göbek bağının parçalarını araya araya kıtaları geziyoruz. Bulunmuyor ki…”
Ninem her zaman evde ibadet eder, beni dualar, masallar, içinde büyütüyordu. Günlerim kötü geçmiyordu. Ama annemin ölümünden sonra iki taraflı yetim kalmıştım. Çünkü Vera Marşal’ı seviyordum ve bir daha onu görebileceğime olan inancım, güneşin altındaki buz gibi hızla eriyip aniden kaybolmuştu. Üstünden yıllar geçmişti. Şimdi biz beklenmedik bir anda Moskova’nın merkezinde karşılaşıyorduk.
Gözlerime inanamıyordum. Ama onun beni tanıdığına hiç şüphem kalmamıştı. Marşal, şahin gibi üstüme atıldı. Onun bu kadar çevik hareketlerle belime yapışıp ayaklarımı yerden kesmek isteyeceğini aklıma bile getiremezdim. Bir an için kalbime yağ gibi yayılan kızın bu hareketi, hemen telaşlanmama sebep oldu. Ben Albina’yı bekliyordum. Karşıma ise Vera çıkmıştı. Bu saatlerde Albina’nın buraya gelip ulaşmasının imkânsız olduğunu bilsem de içimdeki telaş gözlerimden okunuyor gibiydi. Vera omuzlarımdan tutup beni kendinden azıcık uzaklaştırdı:
– Buraya bak, çok korkuttum seni ha? Galiba birini mi bekliyorsun? Rahatsız olma, vaktini çok almayacağım. Taksiye biniyordum. İşe gitmek için acele ettiğimde yaptığım şey bu. Seni görünce indim. Ne kadar hain biriymişsin, İlahi!?
– Marş, seni gördüğüm için çok mutluyum. Vaktin varsa ya parka geçelim ya da kafeye. Rica ediyorum bana vakit ayır. Gerçekten de seni seviyordum.
O sözünü kesince biraz kinaye ile:
– Seviyormuş. Buna bak bir, o zaman mektuplarıma cevap vermedin? Sonunda da o yaramaz ifadeleri yazdın bana, değil mi? Haydi cevap ver şimdi. Görüyorsun, hayatta neler oluyor. Ne acelesi vardı böyle onuncu sınıfta nişanlanmanın? Yoksa kızlara kıran girdi diye mi zannediyordun. Mutlaka o sarı saçlıyla evlenirdin, değil mi? dedi.
Ben gerçekten de hiçbir şey anlamıyordum. Yolun ortasında ona hiçbir şeyi açıklayamıyordum. Marşal’ı böylelikle yola getirip yeniden yolu onun geldiği tarafa geçtik. Bu fırsatı elden kaçırmadan koluna girdim. Hiçbir söz söylemedi. Yolun bozkır tarafında büyük ve ışıklı bir salonu olan restorana girdik. Vera kenar tarafta oturmayı teklif edince ben de pencerenin kenarını gösterdim. Kendime öyle bir yer seçtim ki Albina gelmiş olursa onu görebileyim. Bu hareketim kızın gözünden kaçmadı. Yine kinayeli bir sesle konuştu:
– Karını bekliyorsan gidebilirim. Seni gördüm, sağ olman yeter. Korkma yoluna çıkıp engel olmayacağım…
O an, diplomatik yeteneğim işime yaradı. “Ben evli değilim.” deyip ikinci soruya mahal vermedim. Bu sırada garson bize yaklaştı. Marşal’ın fikrini sormadan hemen kahve siparişi verip “Moskova’da mı yaşıyorsun?” diye sorunca o, önce saatine baktı. Zaten işe gideceğini söylemişti. Moskova’da işe gidiyorsa demek ki burada yaşıyordu. Ama acele ettiği için biraz daha rahatladım. Albina bizi birlikte görse muhtemelen beni bağışlamazdı. Ne olduğunu sormazdı da. Sakince gözümden kaybolurdu bence. Vera Marşal “Dış