Sabir Şahtahtı

Mil


Скачать книгу

azalmaya başlamıştı. Kadınsız olmanın ve sevilmemenin bir erkek için ne kadar zor olduğunu anlamaya başlamıştım.

      Önceden aramadan ilk defa babamla görüşüyordum. Sohbetimizin sonunda bu konuyla ilgili konuşmak için bize geleceğini söyledi. Ben sözünü bitirmesine izin vermedim:

      – Belki, Mariya İvanovovna36 ile birlikte gelirsiniz.

      Babamın gözlerinde garip bir sevinç kıvılcımı parladı, ancak alışamadı. Elbette eşinin adını saygıyla söylemem hoşuna gitmişti. Derinden bir ah çekti.

      – Mariya İvanovna’nın hareket edecek hâli kalmadı.

      Başka soru sorup babamın üzüntülü yüzünün daha kötü bir hâl almasını istemedim. Babamda sustu. Restorandan çıkıp bir hayli yürüdük. Ayrılırken Mariya İvanovna’nın ciddi bir şekilde hasta olduğunu söyledi. Çocukları ve yakın akrabaları olmadığı için babam onun için bakıcı tutmuştu. Babam bütün bunları üzüntü ile karşıladığımı hissetti. Ayrılırken elini saçlarıma sürerek:

      – Osman, benim senden başka kimsem yok. Kendine dikkat et. Senin için çok şey yapabilirim. Yapıyorum da. Ancak seni korumak benim elimde değil. Allah’a emanet ol. Bir de adımlarını aklının gücüyle at, duygularının değil. Öyle bir ülkeye gidiyorsun ki tarihin bütün dönemlerinde birinin yerine başkasının boynuna yağlı urgan geçirmek bir gelenek olmuş, dedi.

      …Ben babamı cengâver gibi kuvvetli bilirdim. İri gövdesi, atletik görünümü ve sert bakışları ister istemez insanda korku oluşturuyordu. Şimdi ise kırılgan hislerinin tesirinde bu görünüşünü yitirmişti. Bunlar bir tarafa dursun, sıcak borşun ardından dolaptan çıkan kolbasa37 ile boğazımızı ıslattığımız yüz gram votkanın etkisiyle gözleri ışıl ışıl parlıyordu.

* * *

      …Vera telefonun ilk çalışında ahizeyi kaldırdı. Aslında babamın nasihatlerini ve kafamda yer etmiş, ancak hâlen daha yerini sağlamlaştıramamış şüphelerini dinleseydim, birçok soruya hemen cevap vermem gerekecekti. Onun sesini duyar duymaz saate baktım. Bu aklımın bana oynadığı bir oyundu. İşten ne çabuk geldin diye sorabilirdim. Ama şimdi duygular beni idare ettiği için aklımdan geçen soruları bir kenara bırakıp acil görüşmek istediğimi söyledim. “Belki eve gelirsin!” teklifini düşünmeden kabul edip adresi sordum. Zaman kaybetmemek için taksiye binsem de Şeremetyevo caddesinde meydana gelen kaza sebebiyle yolda kırk beş dakikaya yakın zaman kaybettim.

      Vera beni pencerede karşıladı desem daha doğru olur. Görünüşe göre eski taksinin motor sesini duyar duymaz pencereye çıkmıştı. Beni pencerenin arkasından işaret ile apartman kapısında ise çiçekli kumaş bir elbise ile karşıladı. Hruşçovka38 adı ile meşhur olan üç küçük odadan ibaret dar apartmanın misafir odasına geçtik. Salon olarak adlandırılan bu küçük yer, iç içe odaların dip tarafta olanıydı. Dip odadan balkona kapı açılıyordu. Çift perdelerden başka pencerenin içeri kısmının tavanında sinemalarda olduğu gibi asılan posterler vardı. Aslında bütün bunlar benim o kadar ilgimi çekmiyordu.

      Dikkatle Vera’nın hareketlerini süzüyor, beynimde dolaşan sorulara cevap bulmak istiyordum. Buraya niye gelmiştim? Beni çocukluk yıllarımın hatıralarının arkasından sürükleyen neydi? Bundan sonraki ilişkimiz nasıl olabilirdi? Bu soruları düşündüğümde harfler yan yana dizilip aynaya dönüştü ve elimden düşüp param parça oldu. Gayri ihtiyari döşemeye baktım. Bana, parça parça olan ayna kırıklarının hepsinde Albina’nın yansıması varmış gibi geldi. İç çekince kendi sesimden korktum. Utanç hissi ruhuma hâkim oldu. Sanki kafamın üstünde soba yanıyordu. Vera ise kendi endamıyla karşımda meydan okuyordu. O kadar da iri olmayan göğüsleri elbisesinin altında dikkat çekici görünüyordu. Yürürken bilerek omuzlarını yukarı kaldırması göğsünü daha da dolgun gösteriyordu. “Ne içeceksin?” diye sorunca kararsız bir şekilde cevap verdim:

      – Bir şey içmek istesem restorana davet ederdim. Gözlerim senin güzelliğini içiyor, bu bana yeter. Gelip oturursan daha iyi olur.

      Ben kanepede oturuyordum. Vera ikimize de birer bardak limonata getirip birini karşımdaki dergi masasına koydu. Kendisi de geçip masanın arkasında oturdu. Aslında bu hareketiyle benim yerimi göstermiş oldu. Belki de gelip kanepede benim yanımda otursaydı kendimi tutamayıp ona dokunmaya çalışacaktım. İhtirasın aklıma baskın geldiğini hissetsem de istifimi bozmuyordum. Bir anda yine Albina’yı hatırladım ve çok sıkıldım. İşte o anda içimden bir soru geçti: Beni buraya çekip getiren ne oldu? Tutku mu, çocukluk aşkı mı? Her iki durumda da ben Albina’ya ihanet ediyordum. Nihayet Vera sohbete başladı:

      – İyi, anlat bakalım. Nasılsın? Bağışla uzun yıllar süren ayrılığın ardından ilk görüşmemizde çok sert konuştum. Çocuklar nasıl büyüyor?

      Biraz muzipçe gülümseyip cevapladım:

      – Sabahleyin söylemiştim daha, evimizde tek çocuk benim. Gördüğün gibi büyüyüp bu hâle gelmişim. Uzamam durdu, saçlarımın uzun ya da kısa olması umurumda değil, daha neleri merak ediyorsun?

      Vera kurnazca ne sorduğunu, ben de açık bir şekilde nasıl alaycı cevap verdiğimi biliyordum. Sohbetimizdeki karşılıklı atışmalar bende karışık hisler oluşturuyordu. Bir anda ayağa kalkıp onu terk etmek de geçti içimden. Ancak kızın dolan gözlerine baktığımda yüreğim yumuşadı. “Seni ne kadar aradığımı biliyor musun?” sorusunun ardından sakin bir ses tonuyla sohbete başladı:

      – Ne zaman senden kalbimi sızlatan bir mektup alsam bütün bedenim titriyordu. Sıcak bir çölde susadığınızı ve uzakta bir ağaç gördüğünüzü hayal edin. O ağaca ulaşıp altındaki suda serinleyeceğini ümit edersin. Son gücünü toplayıp ağaca doğru koşarsın. Senin her adımında ağaç iki adım uzaklaşır. Kan ter içinde ona ulaştığınızda ağacın susuzluktan kuruduğunu görürsünüz.

      Elimi gömleğimin yakasına götürüp ikinci düğmesini açtım, parmaklarımı göğsüme götürüp “Ben böyle çabuk kuruma düşüncesinde değilim.” diyerek şakaya vurduğumda Vera çantasını açıp dörde katlanmış sarı kâğıt parçasını bana uzattı:

      – Bu sert sözleri yazarken bir genç kıza bu kadar acımasız davranılmayacağını hiç düşünmediniz mi?

      Mektuptaki yazı bana tanıdık geldi. Ancak bunun farkına varmadan satırlara hızlıca bakmaya başladım. Kanı çekilmiş insanların solgun yüzüne benzeyen o kağıttaki ne yazı ne cümle kuruluşu ne de kelime kullanımı benimkiydi. Mektubu masanın üstüne koyup “Bunu ben yazmadım!” dediğimde o çantasından iki üç mektup daha çıkardı. Onları okumakla ilgilenmedim. Sadece merak ettim: Vera neden bunları evde herhangi bir dolabın çekmecesinde yahut da albüm sayfalarının arasında değil de çantasında gezdiriyor? Birkaç dakika içerisinde samimi duyguların bizi yakınlaştırmadığına kesin bir şekilde emin oldum. Hatta yıllarca ayrı kaldıktan sonra bile bugün restorandaki sohbetimizle şimdiki görüşmemiz arasında garip bir uçurum varmış gibi görünüyordu. Vera gözlerini benden kaçırmak istedikçe ben daha büyük bir hevesle onun bakışlarını yakalamak istiyordum. Sanki içindeki gizli amacı gözlerinden okuyacağımdan korkuyordu. Ancak itiraf etmeliyim beni ona getiren sebeplerden biri olan tutkum, giderek artıyordu. Tabii ki Vera bunun farkındaydı. Bir anda karşılaşmamız ve yeni yakınlaşmalardan o ne bekliyordu? Sabırsızlıkla bütün bunları bilmek istiyordum. Vera ise “Arkadaşlardan kimi görüyorsun?” sorusu ile hem beni düşüncelerimden uzaklaştırdı hem de bu durumdan kurtardı. Aslında ben Moskova’da, lisenin son yıllarında ve üniversitede okuduğum arkadaşlarımla iletişimimi sürdürüyordum.