Sabir Şahtahtı

Mil


Скачать книгу

bu bileği yine tutmak istedim. Bir anda bu bilekleri okşayan buhara karşı kıskançlık hissettim. Bakışlarım kızın dikkatinden kaçmadı. Dirseklerini masadan ayırdı ve ellerini birleştirdi. Sonra ellerini umursamazca bana doğru çevirdi. Buhardan çiy güzelliğindeki elinin içini görünce hemen bir peçete çıkardım ve çiyi sildim. Vera yürek dağlayan bir iç çekti:

      – Ahh, Osman, Osman, hiç değişmemişsin. Aklımda seninle alakalı o kadar hatıra var ki…

      – Bu hatıralar arasında aşka, sevgiye yer var mı? Ben seni çok seviyordum Marş. Yıllarca gözüm yollarda kaldı. Çok aradım seni, inan buna…

      O, duygusallaştı. Fincanı dudaklarına götürürken elinin titrediğini gördüm. Dudakları büzüldü. Titrek bir sesle:

      – Ben de seni hep aradım! Hatta şimdi de arıyorum. Senin gibi sevgim geçmiş zamanda kalmadı. Yüz yüze oturduğumuza hiç inanasım gelmiyor. Bunun sen olduğuna inanamıyorum. Bir daha görüşebildiğimize inanamıyordum. Bu inançsızlıkların insanı ne hâle sokabileceğini hiç merak ettin mi? İçin için acı çekmekten eriyor insan.

      O sırada sessizlik çöktü. Gerçekten de onu sakinleştirecek bir söz bulamıyordum. Bu yaşa kadar sözün tam manasıyla iki kaya arasında sıkışmış vaziyete ilk defa düşüyordum. Marşal’ın elinin içinde gördüğüm çiyin kahve buharından değil, gözlerinden süzülerek gizlice avcunda tomurcuklanan yaş olduğunu anladım. O kadın gururunu ayaklar altına almamak için gözyaşlarını göz bebeklerinde saklayıp ellerinin içinde göstermişti bana. Ben onları silince yaralarına dokunup kalbini sızlatmıştım. Vera kahvenin yarısını içip saatine bakınca fırsatı kaçırmak istemedim:

      – Marş bir daha ne zaman görüşeceğiz? Bugün akşam, sabah, ne zaman dersen ben hazırım. Nereye gelmem gerektiğini söyle bana.

      Konuşurken ev numaramı yazıp ona verdim. Marş kâğıdı elinde kıvıra kıvıra sordu:

      – Telefon geldiğinde anneniz hâlâ mı sorguya çekiyor insanı?

      – Hayır! Keşke annem sağ olsaydı. Muhtemelen seni bulduğuma çok sevinirdi. Şimdi ninemle kalıyorum. O da çok yaşlandı. Eve kim telefon etse Osman’a söyleyin evlensin deyip yardım istiyor, deyince bakışlarımız kilitlendi. O, annemi kaybetmemden dolayı üzgün olduğunu göstermeye çalışsa da beceremedi. Görünen o ki anne kaygısı çekmeyenler onun kaybını da bilmiyorlar. Ama sadece bu değildi. Çok uzun zamandan beri onun hareketlerinde gördüğüm sunilik bu defa beni aşırı etkiledi. Marşal kendi numarasını bana yazarken eğer biz lisede değil de üniversitede tanışmış olsaydık onu asla sevmeyeceğimi düşündüm. Numara yazdığı kâğıdı bana uzattı:

      – Aslında iş numarasını da verebilirim. Ama sana o kadar soru soracaklar ki telefon ettiğine pişman olacaksın. Bir de istemiyorum adının bizim kayıtlarda olmasını. Bu yüzden ev numarasını yazdım. Ne zaman istersen ara.

      Vera’yı yolcu edip geri döndüm telefon kulübesinin yanına. Ne kadar beklediğim, restorana ne zaman döndüğümü hatırlamıyorum. Bu sefer garsondan yüz gram “votka” istemiştim. Ukrayna üzümünden yapılan içki bedenime sıcaklık, düşünceme buz gibi soğukluk getirmişti. Aklım kum üstüne serpilen darıya benziyordu. “Keşke Marşal Hanım ile karşılaşmasaydım.” diye düşündüm ve Vera’nın aklımdan geçenleri bildiğini düşünerek utandım. Vera bana âşık olduğunu, her zaman yolumu gözlediğini ve bugün de sevmeye devam ettiğini söylüyordu. Günahsız bir kızın hayatının benim yüzünden mahvolduğunu bildiğim hâlde sadece kendimi düşünmek insanlığa sığar mıydı? Garsonlar hâlen daha masamızı temizlememişlerdi. Bunun için tam kıza seslenecektim o esna da Albina gözlerimin önünde canlandı. İşte bu kız, nişanlım ne olacaktı? Yıllardan beri ninemin el üstünde tuttuğu nişan yüzüğünün onun parmağına takılmasına sayılı günler kalmıştı. Biz ki birbirimizi duyguların gücüyle değil, gerçekten şuurlu olarak seviyorduk. Avuçlarım ile gözlerimi var gücümle ovuşturdum. Parmaklarım kirpiklerimin üstüne gezdirirken birden irkilir gibi oldum. Albina gerçekten de benim karşımda az önce Marşal’ın oturduğu sandalyenin köşesine yaslanmıştı. Ayağa kalkıp birkaç saniye sessiz durdum. Yine öyle sessiz sedasız bir şekilde yerlerimize oturduk. Bu sırada garson boş fincanları götürmek için yavaş adımlarla bize yaklaşıyordu. Albina karşısındaki fincanın ruj değen tarafını bana çevirip “Demek ki ilgi çekici bir misafirin vardı. Ben gidebilirim.” deyince birden arı tarafından sokulan insanlar gibi irkildim. “Yok niye gideceksin? Senin yerin burasıdır.” deyip sağ elimi yüreğimin üstüne vurdum. Sineme vurduğum yumruktan hakikaten canım acıdı. Albina ise yumruğun sesinden gözlerini öyle bir kırptı ki sanki yumruğu kendime değil de onun sinesine vurmuştum. Bu hareketimle onu biraz yumuşatabildim. Utandığından daha önce kiminle görüştüğümü sormasa da sabırsız gözlerinde bu soruyu gizleyemiyordu.

      GÜN GEÇTİ

      Kesinlikle yalan söylemeliydim. Hem de Albina’nın gözlerinin içine baka baka. O gözler ki bebeklerinden ancak ve ancak bana aşk kıvılcımı saçılırdı. Bu yalan senaryosunu Yoldaş Suslov’un koruma müdürü yazmıştı. Ben nasıl mesuliyetli bir işin peşinde olduğumun farkındaydım. Yaklaşık iki aylık bir eğitimden geçip Tahran’a gitmeliydim. Generalin söylediği gibi talimatlara uyarsam hiçbir tehlike olmayacaktı. Bütün riskleri ortadan kaldırmak için bana yardım edeceklerdi. Ancak beni koruyan insanları fark ettiğimde bununla ilgilenmemeli ve fark ettiğim hiçbir nüansa dikkat etmemeliydim. Eğitimlerin nelerden ibaret olduğu hakkında bilgiye de sahip değildim. İlk görev yazı işleri ofisinden ayrılmaktı. Gösterildiği şekilde dilekçe yazıp bu işi beğenmediğimi söyleyecektim. İstediğin yar idi, getirdi Tanrı! Kariyer iddialarım için olmadık yerden kapı açılmıştı. Her şey istediğim şekilde gidiyordu. Sadece Albina ve ninemden ayrılmak konusu dışında. Bir de az evvel ortaya çıkan Vera Marşal meselesi. Albina şimdi olduğu gibi restoranda da yardımıma koştu, “Haydi, bir konuşalım, neler olacak?” sorusunun ardından gülümseyerek devam etti:

      – Niye işe gitmeme fırsat vermedin. Bu ay işe üçüncü kez gitmiyorum.

      Direk konuya girdim.

      – Ben işten çıkıyorum Albina.

      O, şaşkınlığını gizlemedi:

      – Ne diyorsun? Böyle bir iş bulmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Yoksa makalenin yayımlanmamasına mı küstün? Ne oldu, anlat bana?

      Yalan yalanı doğurur. Oradaki ekibi sevmediğimi söyledikten sonra başka iş bulduğum yönünde yalan söyledim. Senin yayımlanmadı diye küstüğümü düşündüğün makalenin benim için açılmaz kapıları açtığını nasıl söyleyebilirdim. Albina ise hâlen daha beni ikna edeceğini ümit ediyordu. “Eğer bu işi sana Suslov bulmuşsa ona inanma! O, çok kaba ve açgözlü biridir. Senin ise güzel bir geleceğin var.” dediğinde biz restorandan bir hayli uzaklaşıp el ele Novodeviçyi Manastırı’na27 doğru gidiyorduk. Albina beklemediğim bir şekilde eğer yazı işlerinden ayrılırsam kendisinin de işten çıkacağını söyledi. Bu kati kararın alt yapısında onu da kendimle yeni iş yerime götürmem gerektiğini söylüyordu. Dile getirilmeyen bu isteğe cevabım yoktu. Beni Tahran’a gönderiyorlar, diye ona nasıl diyebilirdim? Daha doğrusu Albina’nın bu durumda yazı işleri ofisinde kalması en doğru karar olurdu. O sırada kafamda başka bir yalan devreye girdi. Ondan çok şey değil, bir yıl daha yazı işleri ofisinde kalmasını istedim. Sonra onun daha düzgün bir işe girmesine yardım edeceğim. Ayrılma zamanı gelmişti. Zaman kaybetmeden babamla görüşmeliydim. Vedalaşırken:

      – Albina belki sana garip gelecek. Ama üniversitede ilk tanıştığımız gün sabaha kadar uyuyamadım.