Sabir Şahtahtı

Mil


Скачать книгу

çay kutusunun üstündeki fil görüntüsü canlanıyordu. Baba bu yüzden sallana sallana gidiyor, köyde herkes yola çıkıp kıskançlıkla ona bakıyordu.

      Ertesi gün sabahın erken saatlerinde dede beni yatağımdan kaldırdı: “Hazırlan, yaylaya gideceğiz.” diyerek ağır adımlarla evden çıktı. Ben bütün kalın kıyafetlerimin üstünden ninenin verdiği, bedenime büyük gelen kürkü giyindim. Avluya çıktığımda dut ağacına bağlanmış iki at gördüm. Dedenin ayı eyerlenmiş, ilk defa gördüğüm kahverengi at ise çıplak idi. Dede o kadar da kalın giyinmemişti. Çiftesini omzundan geçirip fişekliği çapraz bağlanmıştı. Tahminen iki karış olan nakışlı hançeri göbeğinin altından sallanıp geniş kemerini aşağı çekiyordu. O, delikanlı çevikliğiyle atın üstüne sıçrayıp bana kürkü sırtımdan çıkarmamı işaret etti. Eve doğru yürüye yürüye hemen söylediğini yapıp kürksüz daha hafif olduğum için koşa koşa geri döndüm. İlk defa eyersiz ata binecektim. Bu dede açısından önemli bir imtihan sayılıyordu. O, hiçbir söz söylemeden hareketlerimi dikkatle izliyordu. Okulda “eşek” dediğimiz minik hayvana benzeyen spor aletinin üstüne rahatça çıkmam, burada bana yardımcı oldu. Ellerimi atın beline uzattım. Topuklarımı yerden kaldırıp dizlerimi azıcık büktüm. Var gücümle teperek yüz üstü atın sırtına yattım. Tekmem biraz daha güçlü olsa atın üstünden kayıp tepe üstü diğer tarafa düşecektim. At önce homurdandı, yavaşça kişnedi, yarım adım geri çekildi. Dizgin dedenin elinde olduğu için at daha geri gidemiyordu. Onun hareketsizliğinden istifade ederek sağ ayağımı kuyruğunun üstünden geçirdim ve kendimi düzelttim. Bu sırada at başını aşağı eğdi. Yine de sakinliğimi kaybetmeden göğsüne eğilip sol elimle yelesine sıkı sıkıya yapıştım. Bu sırada dede dizginin ipini bıraktı. İlk imtihanımın galibiyeti ağrılarımı unutturmuştu. Bedenimin sıcaklığı hiç aklıma da gelmiyordu. Dedenin bakışlarındaki memnuniyet onun bütün enerjisini bana geçirmişti.

      Bir saatten fazla çoğunluğu patika olan yolu gittik. Dede, bindiğim atın dizginine bağlanmış olan uzun ipi bileğini dolayarak ilerliyordu. Sağ elinde de silahını hazır bir şekilde tutmuştu. Sanırım bu yerlerdeki vahşi hayvanların saldırılarından dolayı ihtiyatlı davranıyordu. Atın bedeninden vücuduma nüfuz eden sıcaklık gözlerime kadar vuruyordu. Sıcaklık o kadar hoş bir etki etti ki paçamdan, tahminen dik açı kadar geniş bir şekilde aralanan bacaklarımı dizden büküp ısının kaybolmaması için kısrağın ipek derisini sıkıca bastırdım. Dizgini elime dolayıp biraz gevşek tuttum. Sol elimle atın boynunu tımarlıyor, arada bir tırnaklarımla kalın derisini kaşıyordum. O kadar sevgi gösteriyordum ki çevreden bakan gözümü açtığımdan beri atla temasta olduğumu düşünürdü. Bir hayli gittikten sonra yolun patika kısmı bitti. Şimdi dede silahını omzuna asıp atını benimle yan yana sürüyordu. Dede “Rengin kendine geliyor yavaş yavaş.” diyerek biraz durakladıktan sonra ilave etti:

      – Gece fena sayıklıyordun.

      – Dede, çok kötü rüyalar görüyordum. Çok da…

      Ardından “Korkuyordum.” demekten utanıp sustum.

      Dede:

      – Uykular üç türlüdür: Allah’tan olan ikaz ve işaretler; nefisten oluşan düş ve bir de şeytanın korkutma ve yoldan çıkartmaları. İnsanın ateşi yükselince kan akışı bozulur. Şeytan da bu fırsattan istifade edip uykuda fitneleri ile insanın misafiri olur24. Hastalıktan uzak durmanın başlıca yolu inanç ve imandır. Bu yüzden de karmakarışık rüya görünce onun etkisinde kalmamak için iyi şeyler hakkında düşünerek kendini her şeyin iyi olacağına inandırmalısın.

      Sohbetimiz gittikçe hararetleniyordu. Dede ile yol arkadaşı olmaktan gurur duyuyordum. Yaylada bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar desem az gelir. Çadırlar üç dağın arasında yerleşmiş geniş bir yaylada kurulmuştu. Dede, yaşlılarla beraber büyük bir çadıra girerken omzunun üstünden bana doğru eğildi ve “Gününü güzel geçir. Burada özgürsün.” dedi. Yaylada aşağı yukarı benimle yaşıt olan üç oğlanla oynamaya başladık. Ben Çeçen, onlar Rus dili bilmedikleri için işaretle anlaşmaya çalışıyorduk. Ara sıra Tatar Türkçesiyle söylediğim sözleri az da olsa anlıyorlardı. Önce beni yay germeye götürdüler. Sonra güreş başladı. Hedefleri okla isabetli vursam da güreşe katılmadım. Sonra bidonlarla yüklenen eşekleri önümüze katıp su getirmeye gittik. Düzlüğün sonunda bir pınar kaynıyordu. Pınarın aktığı hendeğin eteğinde önünü nehir taşlarıyla kesip küçük bir gölet yapmışlar. Oğlanlar bidonları doldurduktan sonra soyunup yıkanmaya başladılar. Ben pınardan bir avuç buz gibi su içip suyun fokurdayarak akmasını izledim. Pınarın gözünde yerden çıkan su ile kum tanecikleri arasında bir ölüm kalım mücadelesi vardı. Yükselen su yerden kaynadıkça kum tanelerini kendi istediği gibi dans ettiriyordu. Fokurdayan su hareket nakaratını değiştirdikçe kum taneleri de farklı ritimde oynamaya mecbur oluyordu. Yukarı zıplayan tanecikler suyun yüzeyine kadar çıkıyor ve aldıkları görünmez darbenin karşılığını vermek için yeniden yere nüfuz edip suyun yolunu kesmek istiyordu. Kum taneleri çeşmenin gözünden tek tek ayrılsa da aşağı hızla giderken sanki mıknatıs gibi birbirlerini çekip birleşiyorlardı.

      Uzun bir süre çeşmenin gözünü seyrettikten sonra eşeklerin birinin üstündeki heybeyi alıp tepeye tırmandım. Çimenlikte yerimi hazırlayıp uzanmıştım. Bu yaşa gelene kadar ilk defa bulutları bu kadar dikkatle seyretmiştim. Ben onların hareket istikametinin aksine uzanmıştım. Güçlükle fark edilen dağların arkasından çıktıkları düşünülen, top top beyaz bulutlar bana doğru aktıkça hızlarını artırıyor, sonra bir dediği bir dediğini tutmayan insanlar gibi ayrılıp dağılmaya başlıyor, birbirlerinden kopunca renklerini değiştiriyorlardı. Bu ayrılık bulutlara pahalıya mal oluyordu. Küçük parçalara ayrıldıkları için rüzgâr onlara gücünü gösteriyor, her birini bir tarafa savuruyordu. Bulutlar yeniden birleşmek isteseler de rüzgâr buna fırsat vermiyordu. Bu ayrılığın ne kadar acımasız olduğunu anladıklarında keder boğuyordu onları. Üstlerine çöken kederin tesiriyle bazılarının rengi bozarıyor, bazıları kararıyor bazıları ise ağardıkça ağarıyor ya da mavi bir hâl alıp gökyüzünde seçilemez oluyordu. Bu ayrılığı kendilerine dert edinip göz yaşları akıtmaya başlıyorlardı. Bu düşünceler içerisinde aniden, hastalanmadan önceki son dersimizde dedenin Mevlâna Celâlettin Rumi’nin ibretlik fikirlerinden bahsettiği “Bulutlar ağlamasa çimenler gülmez!” ifadesini hatırlayıp yerimden kalktım. Etrafımdaki çiçekler, rengârenk laleler sanki dile gelip konuşuyordu. Rengârenk goncalar bulutlara minnettarlığını gösteriyormuş gibi başlarını eğiyorlardı.

      Akşam yemeğinden sonra atlara su verdim. Benim bindiğim at kovanın dibindeki suyu öyle höpürdetti ki irkilip geri çekildim. İşte bu sırada yaşlılar çadırdan çıktılar. Dedenin emredici sesini işittim:

      – Arzu, her birine birer kova da su ver. Atların midesi büyük olur. Günde dört beş defa doyuncaya kadar su içmeleri gerek. Doymazlarsa yolda su kokusu aldıkları gibi sağ sola gidecekler.

      Yola çıkmaya hazırdık. Dede atının başını okşaya okşaya ağzına bir şey koydu ve yavaşça “Niye önce kendi atını sulamadın? İnsan önce kendi atına dikkat etmeli!” deyince dilimin ucunda hazır beklettiğim “Dedenin atı ikinci olamaz!” ifadesiyle onun gönlünü okşadım. Dedenin gözleri gülümsedi. Bıyık altı gülümsemesini göstermek istemese de bunu hissedip rahatladım. “Ey çocuk yardım edin de bu atın eyerini değiştirin!” deyip iri parmakları ile saçlarımı karıştırdı. Gelirken çıplak atın bedeninde aldığım zevki, geri dönerken sert eyerden alıyordum. Şimdi ben sanki kanatlı Kırat’a binip uçuyordum. Dede, muhtemelen bu zamana kadar kimsenin binmesine izin vermediği atını bana vermişti.

      Yayla