gül rahat bir uyku almama imkân vermedi. Uykuda kâh gül dikenleri ile mücadele ettim kâh yapraklarını koklayıp bir hoş oldum. Dün aldığım gülden bir dal ayırıp koklaya koklaya Moskova Nehri’nin sahilinde gezdiğimi gördüm. Sonra köprünün üstüne çıkıp nehri seyretmeye başladım. Yaprakları hevesle yolup aynı hevesle de nehre atıyordum. Ben yaprakları yoldukça elimdeki kenarlardan goncalar çıkıyor, filizleniyor, gül açıyordu. Nehirde ne kadar balık varsa hepsi köprünün altında toplanmıştı. Gülün gövdesi dikensiz olduğu için elimin içinde rahat tutabiliyordum. Baktım yaprakları koparıp atmakla bitecek gibi değil, köprüden sarkıp dalı sallamaya başladım. Yapraklardan yiyen balıkların hepsi bir bir renk değiştiriyor, başları da aynı şekilde değişip gül şeklini alıyordu. Balıklar sevinerek zıpladıkça nehrin bütün yüzeyi gül rengine dönüştü. Aniden gövdesinde iri dikenler oluşup elimin içine batmaya başladı. Bu sırada kahkaha işitildi. Tomurcuklardan ses geldi: “Gülün çiçeklerinin güzelliği, kokusu dostlar içindir, onları sev; dikeni düşmanlar içindir, onlardan korun.”
Uykudan uyandıktan sonra uzun bir süre gül kokusu burnumdan, nehrin göz alıcı rengi gözlerimin önünden gitmedi. Bu rüyanın tesiri ile video kayıt cihazı televizyona bağladım. Sovyet aileleri için az görülen, çok istediğim bu ev cihazı kendi ayağıyla evimize geldi, ama ben onu şimdi o kadar da sevinçle karşılamıyordum. Çünkü yaklaşan seyahatle alakalı aklımdaki karışık düşünceler sevinç duygumu sanki yok etmişti. Evimizdeki küçük boyuttaki Sovyet yapımı “Voshod”13 televizyon ile Japon yapımı video kayıt cihazı arasındaki kalite farkının çok büyük olması nedeniyle kasetlerdeki görüntüler ekrana çok bulanık yansıyordu.
Birinci kaset Tahran’da çekilmişti. Şehrin büyük meydanları, müzeleri, otelleri bende çok karışık duygular yaratıyordu. Burası görünüş olarak Sovyet şehirleri ile kıyaslandığında çok geri kalmış bir kente benziyor, etrafında görünen kahverengi dağlar insanın yüreğini daraltıyordu. Gerçekten de hiçbir ülke kitaplardan tam anlamıyla öğrenilemez. Bilgece söylenmiş bu sözün canlı şahidi oluyordum. Ne binaları ne sokak ve meydanları ne de pazar ve dükkânları bizim başkentimize benziyordu. İnsanların giyim tarzında belirli bir benzerlik olsa da sanki insanlar farklı yürüyorlardı. Kasetin ikinci kısmında düşüncelerim biraz değişti. Royal Hilton, Tahran Hyatt Otel, Continental Otel, Pehlevi Vakfı’na ait Evin gibi otellerin14 dış ve iç güzelliği benim için göz kamaştırıcı idi. Şimdiye kadar otelde kalmadığımı söylesem tuhaf gelmemeli. Moskova’da evde, işte, başkentin dışına çıkınca herhangi bir dostun, tanıdığın evinde kalmak Sovyet toplumunda normal karşılanırdı. Bu kasetteki görüntüler bana otele girmekten başlayarak bütün kuralları anlatıyor, sokakları ve meydanları tanıtıyordu.
İkinci kasetteki Nevruz Bayramı’na dair görüntüler Tebriz’de çekilmişti. Görüntüler bayrama hazırlık sahneleri ile başlıyordu. Filmdeki tarihten, 20 Şubat’tan başlayarak yeni yılın15 son dört çarşambası ve 21 Mart’ta avlularda, sokak ve meydanlarda ateş yakmak için odun, çalı çırpı hazırlığı yapıldığı belliydi. Gençler, yeni yetmeler eski kıyafetleri yırtıyor, onları yuvarlayıp tellerle bağlayarak top hâline getiriyorlardı. Nevruz ateşinin yakılması garip bir gürültü çıkarıyordu. Top gibi yuvarlanan bu çaputlara kulp bağlayıp yanarken havaya atıyorlardı. Yeni gelinlere gelin tepsisi hazırlanıyor, yaşlı insanlar bayramlaşıyordu. Ocakların üstünde büyük kazanlarda pişirilen pilavın nasıl hazırlandığı baştan sona çekilmişti. Türlü türlü tatlılar, soğan kabuğuyla boyanan yumurtalar, çeşitli reçeller, ceviz ve fındık sofraları süslüyordu. Aslında ben bütün bunları Kazan’daki16 hayatımızdan biliyordum. Benzer ve farklı âdetleri istediğiniz kadar bulabilirsiniz. İstemsizce kasette gördüğüm bütün âdetleri ilgiyle izliyordum.
Üçüncü kaset kahve17 ve restoranlarla alakalıydı. Bu yerlerin en ilginç eğlencesi olarak kabul edilen nargile18, kahvehanelerin süsü olarak görünüyor. Filmlerde hızlı hızlı değişen mekânlardaki müşteriler çoğunlukla tahtadan yapılan bir sandalye19 üstünde sofra etrafında oturuyorlardı. Bazı bölgelerde karlı havada bile bu şekilde müşteriler açık havada oturuyorlardı. Yukarıdan ayarlanan elektrik spiralleri veya etraftaki yağ ya da gaz sobalarının küre gibi kızaran demirleri etrafa sıcaklık yayıyordu.
Dördüncü kaset seyahat edeceğim ülkenin tabii zenginliğinden ibaret sahnelerle doldurulmuştu. Ucu bucağı görünmeyen tarlalarla el emeği, güneşin altında yorulan insanların acıklı hâli, eşek koşulmuş pulluk, katırın çektiği saban, gıcırtıyla yürüyen at ve öküz arabalarını gördükçe bütün bunların yüzyıllar önce filme alınan sahneler olduğunu düşündüm. Bir tarafta çoraklaşan topraklar, diğer tarafta ekilmemiş verimli araziler, hatta sürülmediği için vahşileşen geniş topraklar insana “Gel benim için ağla!” diyordu. Daha sonra körfez limanları, birbiri ardınca okyanusa doğru akın eden tankerlerin dev bir petrol boru hattını andıran görüntüsü “emperyalizm ve sefalet” anlayışını açık seçik ortaya koyuyordu.
Beşinci kaset ilginç olduğu kadar da korkunçtu desem çok doğru olur. Bizde kolluk kuvvetleri görevlilerinin üniformaları örnek teşkil ediyordu. Derli toplu, temiz ve kurallı giyinmeyen kamu görevlisi görmemiştim. Örneğin yaz sıcağında yolda, sokakta şapkasız bir milis görmezdik. Ayrıca, ben bütün bunları babamın üniformalarına nasıl titiz davrandığından biliyorum. Seyrettiğim kasette ise şehrin merkezi sokaklarından filme alınan görüntülerdeki üniformalarla gezen insanların özensiz kıyafetleri, anormal davranışları şaşırtıcıydı. Bu kasete ilave edilmiş 3-4 dakikalık sahnede çeşitli yıllarda ve farklı mekânlardaki gösteriler yer alıyordu. Askeri üniforma sivil ayakkabı, eğitim alanı geçit kasketi, geçit üniforması altından boğazlı süveter – bütün bu saydıklarım beni bir yandan güldürürken diğer yandan gönderildiğim ülkenin karmaşık gerçekliklerini anlatıyordu.
Kasetlere bakma işim bittiğinde ben de bitmek üzereydim. Başım ağrıyor, kulaklarım uğulduyor, gözlerim yanıyordu. Bir taraftan fiziki ve zihni yorgunluk diğer yandan ise sahnelerde izlediğim görüntülerin yarattığı karmaşık etkiler birleşince çok bitkin düşmüştüm. Albina’nın sözleriyle söyleyecek olursam beş kasetten beş yılda üniversitede öğrendiklerimden daha çok bilgi edinmiştim. Ninem en az beş kez gelip beni yemeğe çağırmış, her defasında da geliyorum diyerek geri göndermiştim. Açlıktan midem kazınsa da yorgunluktan iştahım kaçmıştı. Mutfağa geçip çay istedim. Ninem hem beni sevdi hem de beni bana şikâyet etti. Konuşa konuşa, şikâyet ede ede önüme demli bir çay ve gül reçeli koydu. Yine gül. Güç bela unutmaya çalıştığım konu yeniden yakaladı beni. Reçel hiç sevmezdim. Kaldı ki gül reçelini seveyim. Gayriihtiyari olarak reçel kabını kaşıkla karıştırmaya başladım. Aradığım gül dikenini bulamayınca reçeli kokladım, sonra işaret parmağımın ucu ile tadına baktım. Mayhoş bir suyu vardı. Dördüncü kasette gördüğüm gül bahçeleri gözlerimin önünde canlandı. Birden aklımdan, insanın sık sık karşılaştığı canlıların mutlaka onun hayatına iyi veya kötü bir şekilde tesir ettiği düşüncesi geçti. İki gündür gülle yatıp gülle kalkıyordum. Şimdi bu esrarengiz tabiat varlığının yaprakları mı yoksa dikeni mi benim kaderime tesir edecekti? Tam o sırada ninem sohbete başladı:
– Osman’ım, sen o kıza sık sık gül al. Kadınlar gülü çok severler. Baban rahmetlik gülün dikenlerinden çok korksa da benim gönlümü almak için sık sık alıp getirirdi. Kendini ne