gülümseyen fotoğrafı, dünya basınında önemli ve büyük makaleleri süsledi.
Memleketteki akrabaları ve tanıdıkları da onu methedmeye başlamışlardı.
“Hangi birini anlatacaksın? Önünde yapılması gereken bir sürü iş var. Hepsini de halledecek cesaret sende var. Türkistan’a defnedilmiş Abılay Han’ın başını bul… Aziz Tauke’nin heykelini ortaya çıkar… Astrahan tarafta ulu Kurmangazı var. Onlar sonraki nesillerle ne zaman kavuşacak? Kazak halkında kabri kaybolan kahramanlar az mıdır? Kırgız’ın Keklik Dağı’nda meşhur Kenesarı’nın naaşı var. O büyük hanın başı Ermitaj Müzesinin deposunda. Şu, Kulbarak Batır’a ne olacak? Türkmenlerin Allakul Han’ı Süyinkara, beklenmedik yerde kellesini koparıp almış. Mübarek naaşı doğduğu topraklarda, başı yabancı diyarlarda kalmış. Cayık nehri boyundaki kara çukuruna düşen o büyük şair-mücahit Mahambet ne olacak? Ya Kobda’da can veren İsatay? Karakerey Kabanbay, Kanjığalı Bögembay’ların nesi eksiktir? Hiçbirinin suretini, dış görünüşünü bilmiyoruz. Şu, hayalci ressamlara da aşk olsun. Bir surete zırh giydiriyor, gözlerine tehditkâr bakışlar yakıştırıyor, çeneye bir tutam kıl ekleyip ‘şu falanca handır’ diye isimlendiriveriyorlar. Bu suretlerin yüzlerinde ne nur ne de gönüllerinde kendi zamanlarına ait fikir ve dert olduğuna dair bir iz bulabilirsin. Kırışık yüzlü, topuz alınlı, taş gözlü birini önümüze koyuyorlar. İtibarlı kurumlar bile… O taş gözlü, kaba ve hayalî kişilerin resimlerini altın çerçevelere koyup bütün duvarlarına asıyorlar. İşte, böyle yaygınlaşmış görgüsüzlüğe artık ‘dur’ diyecek olan sensin.” diye konuştuktan sonra gözden kaybolmuşlardı.
Mübarek Saka lideri, ‘Ben de senin gibiydim.’ diyerek, bu fani dünyanın yalancılığı, değişkenliği bilinsin, oynaklılığı görülüp sonraki nesillere ders olsun istemişti. İşte bu öngörü ve felsefe, bu dünyayı ayağa kaldıran haber, Bilim Akademisi’nin tecrübeli bilim adamlarını epey ürkütmüş. Akademi koridorlarında dedikodular yürümüştü.
“Şu kurnaz herif Moskova’daki akrabalarıyla bir olmuş, bir şeyler çeviriyormuş diyorlar.”
“Kurgandan gümüş kâse değil, atın leğen kemiği bile çıkmamış.” diyordu biri.
Buldum dediği “Ermitaj Müzesinde eski dönemlerden beri duran bir kapmış. Hatta nerede bulunduğu bile belli değilmiş.”
“Eski demiri eritip üzerine çivi yazısı yazmak günümüz teknoloji için zor mu? Aman tanrım.”
“Hatta antropolog da değilmiş, asıl mesleği doktorlukmuş.” diye dedikodusunu yapanlar pek çoktu. Dedikodu, içlerindeki hırsın ve kıskançlığın en büyük belirtisiydi. Bunları söyleyenler, hayatları boyunca çadır, kürek, küskü ile yaşayan, Kazakistan’ın dağlarını taşlarını durmadan gezen, burunlarının dibindeki kurganı gözden kaçırdıkları için yüreği yanan insanlardı. Birleşip Noel hakkında ihbar mektubu yazmak isterlerdi, hem de çok isterlerdi… Ancak sadece Moskova’nın değil, bütün dünya arkeologlarının kabul etmiş olduğu bir başarı vardı ortada. Buna karşı ne yapabilirlerdi? Şayahmetov’u çekiştirseler, ağızlarına geleni söyleseler bile, kurganların ve tepelerin sırrını koklayan, yanlışı doğruyu ayırt edebilen bilim adamları bir araya gelmeyecek miydi? Bu kişiler Almatı’da ilmî bir konferans gerçekleştirseler ne olacaktı? Böyle bilim adamlarına karşı söyleyecek sözleri, kesin delilleri var mıydı? Bu büyük bir riskti. Başlarını belaya soktukları yetmez gibi, bütün ünvanlarından olurlardı. “Yapmayalım, başımızı belâya sokmayalım!” dediler. Böyle dediler ancak, Noelde karşı olan ilgilerini tümden kesmeye başladılar. Hatta onu uzmanların sıradan toplantılarına bile davet etmez oldular. İlim Ordusu’nda selâmını alacak kimse kalmamaya başlamıştı. Karşılaştıklarında ot koparan atlar gibi kafalarını bir tarafa çevirerek yanından geçiveriyorlardı.
“Evet, hepsi kıskançlık ve hasetten meydana gelmiş.” dedi.
Bir bakıma kendisi de suçluydu. Önemli bir toplantıda, Yüksek Mahkeme’nin önüne konulacak Kazak halkının ana üç grubunun kurucu liderleri sayılan Biyin heykeli seçilmekteydi. Yarışma gerçekleşmişti. Kazanan, yeni yetme bir mimardı. Güya heykelleri tartışmaya açmış değerlendiriyorlardı. Oysa tek yaptıkları pohpohlama, iltifat ve hürmet gösterisiydi. Sırayla konuşma yapıyor, sözlerine hayranlık ve hayret katıyorlardı.
“Ecdadım Töle Biy, ne kadar da yakışıklı. Bakmaya doyulmuyor ya!” dedi. Soyu Ulu cüze dayanan komisyon üyesi.
“Ya, Kazıbek? Ruhu şad olsun. Oturuşuna baksana!” Kazı- bek orta cüz denen Konak grubunun kurucusuydu. Elbette konuşan da öyle.
Savaşçılığı ile ünlü küçük cüz grubunun mensubu prof. geri kalır mı?
“Ayteke’nin kartal bakışları dünyaya göz gezdiriyor. Vay be, bir erkek doğacaksa böyle doğmalı!” dedi.
Noel dayanamadı. Yerinden fırladı. Kan beynine çıkmıştı.
“Şu üç Biy, aynı ana babanın eteğinden mi çıkmıştır? Taslağa dikkat edin, birbirinin aynısı. Göz çevresi, burnu, yüz ölçüleri. Yo–yok… Gerçekten, elinizi vicdanınıza koyarak yaklaşır mısınız meseleye?” dedi. Sonra akıntıya karşı kürek çekmeye devam etti. “Bu üç kişi, Kazak bozkırının birbirinden uzak üç farklı köşesinde dünyaya gelmedi mi? Aynı ana babanın çocuğu olsalar bu kadar benzemeyezlerdi. Şu suretlere bakın! Tek farkları sakallarında. Ulu Cüz sakalı güçlü ve uzun, Orta Cüz’ün sakalı derli toplu, Küçük Cüz’ünki küçücük bir sakal. Başka bir fark yok. Bu nedir, sakal sergisi mi? Bir başka mesele; üçü de dümdüz çizgi boyunda tel gibi gerilmiş. Ağzı dualı Biyler halka verdikleri hükümleri mi açıklamak istiyorlar, yoksa ordu mu davet etmişler? Akılda üstün olan üstadlar, bana bunu anlatır mısınız?” deyiverdi.
Bu sözlerinde yerden göğe kadar haklı olsa bile tepki topladı.
“Şu adam, çelme takma huyunu ne zaman bırakacak ya?”
“Küstahlığı, kibiri bıraksa artık!”
“Üç Biy’in ruhu çarpasıca!”
“Çekemiyor!”
“Daha fazla ne yapmamızı istiyor bizim?”
Oturan kurul üyeleri ortalığı ayağa kaldırmışlardı.
“Daha fazlasını yapmak elimizde.” dedi, atılan oku geri çevirerek. “Üç Biy’in kabirlerini açmama izin verin. Kafataslarını çıkarayım. Herbir santimetresini ölçerim. Bilimsel açıdan ispatlı, canlı hallerinin tıpkısı heykeller ortaya çıkarırım. Gelecek nesiller görür. Örnek alırlar. Daha sonra bu heykelleri dikersiniz. Kim karşı gelebilir ki?”
Bu sözlerin üzerine sessizce dağıldılar. Daha sonra kendisini Sanat Kurulu’ndan uzaklaştırdılar. Karşı çıktığı o taslak, kabul edildi. Yurdun her şehrinde, dizleri üzerine çökmüş üç farklı sakalla aynı ihtiyarın heykeli… Düşünce yok, tasa yok… En küçüğünde yüzünde bir imâ bile yok. Koyunlarını otlağa göndermiş, kendileri de tepebaşına yerleşmiş birilerine benzetilebilirlerdi.
Gün geçtikçe ümitsizliğe düştü, acı gölün balığı gibi bozardığı bir anda hocası Gerasimov’u aradı. Gördüğü muameleden, önüne çekilen aşılması zor engellerden bahsedip dert yandı.
“Genel olarak siz, Kazaklar, tuhaf insanlarsınız.” dedi Gerasimov uzun bir sessizlikten sonra. “Aranızdan yetenekli biri sivrilirse önce onu methederek yüceltiyorsunuz. Daha sonra sesini kesip yerin dibine sokuyorsunuz. Dediklerinizi kabul etmeye dayanabilirse, aranızda kalıyor. Ama yok, asi biriyse… O zaman iş çığrından çıkıyor. Zamanında