kesip hazırlıyor, Tipan da çay demliyordu. Semiz koç pişmiş, eti yumuşacık olmuştu. Yemek ağaç taslara konulduğu sırada, dombırayı akord edip tıngırdatmakta olan Ikılas, Kazak ile Nogay’ların ortak «Elden ayrılan» ezgisini coşkuyla çalmaya başlamaz mı?
‘Kızıl kaval kayından yapılmış olmalı. Güzel dombıra imiş.’ deyiverdi iri gözlerini evirip çevirerek.”
“Sonra?” dedi yatağından fırlayan Noel, konuşmaya başlayan kurukafasına uzandı.
“Bu, Ikılas’ın yanındaki adamlara verdiği işaretiymiş. Dirseğime dayanarak uzanmıştım. Üzerime aniden çöktüler. On iki örgülü buzağıdiş kalın kırbaç elimden düştü. Üç dört silahlı adam göğsüme oturmuştu. Kendimi savundum. Aman dileyip yuvarlanıverdiler. Gıcırdayan kapıdan dışarıya kaçarak çıkan Ikılas’ın haykırışlarını duydum galiba. ‘Evini yıkın! O şimdi dinlemez. Karısını yakalayın!’
Tipan, eline ağaç askıyı almıştı. Düştüğüm yerden gözüme ilişmişti. Nice sürgünler görmüş kadın bu Tipan… Karşısına çıkan birini kafasından vurarak yere seriverdi.”
“Neden yerinizden fırlamadınız Maha? Kılıcınız neredeydi, kılıcınız?”
Kazaklar kendilerine yakın gördükleri büyüklerin isimlerinin ilk hecelerine böyle bir ek yapıp saygılarını bildirirlerdi. Noel de öyle yapmıştı. Kendisine “Maha” denmesinden hoşlanan Mahammet:
“Korkak şeyler, çadırın urganlarını kesip evi üzerime yıktılar. Keçe çadırın iskeletleri ağırdı. Hiç kıpırdayamadım.” dedi.
“Hasan neredeydi?”
“Kardeşim yumuşak başlıdır. Ne yapabilirdi ki?”
“Tüh ya!”
“Çadırın kubbesinin çapraz rayları kırılmıştı. Mücadele ede ede kafamı dışarı çıkarabildim. İşte o sırada Ikılas kılıçla boynumu vurdu. Tipan’ın feryatları, oğlum Nursultan’ın ağlayan sesi… Gerisi çok bulanık, bir hayal gibi… Kıpkırmızı kana bulanmış gibi… Güneş de batmak üzereydi.”
Noel, sıtma tutmuş gibi tir tir titriyordu. Sigarasını bile yakamıyordu. Odanın ışığını açmayı da unutmuştu.
“Affedersiniz, Mahambet. Dinleyebilecek gibi değilim.”
Çok geçmeden Alimcan ile Noel, Atırau’a doğru yola çıktılar.
Bölge yöneticisi Aytuov Bey, kültürlü ve bilgili birisiydi. Onları iltifatla kabul edip başarılar dilemişti. Menzillerinde meşhur Karoy vardı. Bindikleri küçük araba, Jayık’ın Buhar tarafındaki eski yola çıktı. Hemen öncesinde az bir yağmur yağıp geçmişti. Ara ara ince toz bulutu gözüküyordu. Mayıs ayının ince meltemi, güzel güzel esiyor, göğüsleri açıyordu. Jayık kıyısındaki kamışlar ile yeni yetişmiş otlar, yarışır gibi sallanıyorlardı. Uzakta bir gemi, nehir ortasından yüzerek şehre doğru yol alıyordu. Dalgalar etrafını boğarak geçiyordu. Önüne çıkan motorlu küçük kayıklar, onu görünce kenara kaçışıyorlardı.
“Vay be! Jayık baharı, bir başkasın.” diyen Alimjan, manzaraya baktıkça coşuyordu. “Çocukluğumuzda buralarda koşturur, oynardık. Jayık taşardı kimi zaman. O kıyılara derelere dağılırdı ama biz, yine de yüzerek geçer giderdik. Öylesine rahat kulaçlardık ki, bu nehirde Çapayev boğulmuş diye duyduğumuzda şaşırırdık. Meğerse Jayık’ın ortasına ulaştığında makineli tüfek mermilerine hedef olmuş. Parçalamışlar kahramanı. ‘Kahramanlık bir kurşunluktur!’ diye boşuna söylememişler işte.”
Kıvrım kıvrım bozkır yolunda hızla ilerleyen araba, bir tümseğin yanında durdu. Biraz ötede at arabası bağlıydı. Yanında bazı karaltılar vardı. Araba durur durmaz ihtiyar hızlıca bunlara doğru koşmaya başladı. Alimjan sessizce gülümsedi. Noel ise bir şeylerden şüphelenerek kendini hemen toparladı. Dünyanın öbür ucundan onca yol aşıp geldikten sonra, belki de ‘Mezarı kazdırmayacağım, ruhları rahatsız olur.’ diyen bir yakını çıkıvermişti ortaya, belli mi olur? Malum ünlü kimselerin yakın akrabaları pek çoktur…
Şehirde büyüdüğü, Kazak adetleriyle geleneklerine yabancı olduğu dönemlerde, bir düğün sırasında genç bir delikanlının konuşmalarına kulak misafiri olmuştu.
“Ağabeyimin Jantas adlı arkadaşı var.” diyordu bembeyaz ve yumuşacık tenli bir bayanı konuşmaya çekerek. “Bu kişinin çok yakın bir komşusu var. Ve komşusunun karısının aşireti, Argın. Buradan yola çıkacak olursak, siz benim baldızımsınız.” demişti. Bu sözlerden sonra ikisi dans etmişlerdi. Birbirlerini yeni bulan akrabalar gibi… Bütün düğün salonu ise bu işe bir akıl sır erdirememişti. Eve gelince üşenmeden bir kağıda şema çizip baktı. ‘O uyanık adamın ağabeyi onun arkadaşı, daha sonra komşusu oluyor. Onun karısı… Sonunda o bembeyaz, pamuk gibi yumuşacık kadın.’ Ağacın dalları gibi her tarafa dağılmış karışık bir durumdu. Elle tutulur bir yanı olsaydı keşke… Evet, Kazak olarak yaşamak bazen de çok ilginçti!
Hızla koşarak gelen ihtiyar, Alimcan’ı kucaklayıvermişti.
“Yavrucuğum, sağ salim ulaştınız. Şükür. Vilayetten telefon açmış, haber vermişlerdi. Sizleri beklerken gözüm yollarda kaldı.”
“Şükür, Kurak dede. Bu, Noel Şayahmetov adlı evlâdınızdır. Esas misafirimiz bu delikanlıdır.”
“Kurban olduğum. Savaş döneminde Kazakistan’ı yöneten Jumabay’ın oğluymuş, duydum.” diyen cüsseli ihtiyar düşünceli bir ifade takındı. “İyiyi ancak iyiler tanır. Peki ya kötüleri kim tanır? Gelmesi ne güzel oldu!”
“Kuşluk vakti oluyor. Kurak dede, hemen işe koyulalım.” demişti Alimcan biraz nefeslendikten sonra.
“Bugün misafirsiniz. Eve geçelim. Payınızı alın, bir şeyler yiyin. Yarın başlarsınız.”
“Ağabey, Mahambet ozan bizi yüz elli senedir beklemekte. Yarın da alabiliriz, kaçmaz ya.”
Bu sözlere ikna olan Kurak ihtiyar, at arabasında bağlı duran bir koçu getiriverdi. Gücü kuvveti yerindeymiş. Semiz koçu yere yığdı, dört ayağını bir araya getirip bağladı. Esen rüzgardan, yağmur ile kardan yıpranmış olan yüksekçe bir tepenin yanında başını kıbleye çevirdi.
“Öncelikle Allah yoluna, daha sonra ceddim Mahambet’in ruhuna bağışladım. Kurbanlığımı kabul eyle ya Rabbim.” diyerek bıçağı vurdu. Kur’an okunduktan sonra Noel toparlandı:
“Haydi, başlayalım.” dedi.
“Dinle, evlâdım.” diye cevap verdi o anda ihtiyar. Hiçkimsenin duymadığı bir sırrı açıklayacaktı. “Babam, dedemizin bu mezarına yedi yaşındayken getirmişti beni. Çok görmüş geçirmiş eskilerden sorarak zar zor bulduğunda bu mezar neredeyse yok olmak üzereymiş. Bazı kimseler tam olarak bilmelerine rağmen açık etmek istemiyorlarmış. Halkın başından türlü türlü çetin dönemler geçti ya, yavrum. Ama babam benimle birlikte bulduğu zaman, mezarın başına kızılcık ağacından yapılmış kamçısını sokmuş demişti ki: ‘Bak oğlum, bu mezar sana emanet! Eninde sonunda Mahambet’i arayacak nesiller gelecektir. İşte, o zaman bu kamçıdan tanı, göster burayı. Ömrün boyunca unutma sakın!’ demişti. İşte böyle. Kamçının derisi çürüse de kızılcık ağacından yapılmış sapına hiçbir şey olmaz. Kızılcık tut- sal ya. Öncelikle onu bulalım.”
Noel, küreğini eline aldı. İhtiyar hemen bağırıverdi.
“Eyvah! Bırak, sallama şunu! Elimizle kazacağız, elimizle!” dedi ve “Ya bismillah, benim elim değil,