değil, kanını çıkartıp vurun!” diye haykırdı.
Kurşun kendisine değmemişti. Gemlerini çekmeye fırsat bulamadan bir tarafa kaçmaya başlayan küheylan at, sürünerek düştü. Kahraman da yere yuvarlandı. Mahambet, kılıcını sağa sola sallayarak kahramana ulaşmaya çalıştı. Ulaşır ulaşmaz bindiği kır atını önüne sürdü.
“Bin atına! Düşmandan kaçtı diye adımı mı çıkaracaksın?”
Bir arslan gibiydi İsatay! Son sözü de buydu. Düşmanın nişan alarak attığı kurşun, tam kalbinin ortasına gelip isabet etti. Zaten can vermek üzere olan kahramanın göğsüne bir de Rus askeri gelip mızrağını soktu. Bir başkası, sivri, keskin ve büyük bir bıçakla onu boğazlayıverdi. Sıcak kan havaya fışkırdı. Atının üzerinde duran komutanın yüzü kanla yıkandı.
Kurşun yağmurunun ortasında kalan Mahambet, kır atına tekrar bindi. Bir anda etrafı saran Rus birliğinin üzerini bembeyaz toz kapladı. Kimse bir şey göremiyordu. Toz ağızlarına bulaşıyor, onları boğuyordu âdeta. “Bu Mahambet’in işi!” dediler. Atını sürdükçe kaldırdığı tozla herkesi şaşkına çevirmişti. “Vay benim ulu ozanım!” O da ne! Aç gözlü üç bin leşkeri olan Kayıpkali Sultan Akbulak ise, nehir boyuna doğru hızla kaçmaktaydı. Niye çatışmaya girmemişti?
“İsatay’a Allah rahmet eylesin! Bana Buhara Hanlığı da yeter. Ben gidiyorum. Yurda selam söylersin!” diye seslenmişti kaçarken.
“Kayıpkali, sen tam bir köpekmişsin! Senin selamını alacak halk mı kaldı? Yaşayacak olursam bu ihanetinin acısını çıkaracağım!” Mahambet’in haykıran acı sesi kulakları sağır eder gibiydi.
Uyanıverdi. Gece yarısını çoktan geçmişti. Bu nasıl bir rüyaydı? Ya da ayan mıydı? Nasıl bir şeydi bu? Ayırt edemedi, uzun süre düşünceleriyle boğuştu. İsatay ile Mahambet’in ününü Alimcan ağabeyi’nden de dinlemişti. Kazak Hanlığı’nın Rus hegemonyasına girmesine karşı çıkmışlardı. “Bağımsızlık Kazak halkının içinden asker topladı. İlk millî ayaklanmalarını başlattı.” demişti. Fakat, İdil ile Yayık nehirleri arası küçücük bir yerdi. Asi tay gibi şahlanarak nereye kadar gidebilirdi ki? Orası Astra- han ile Tataristan, Teke ile Orenburg’un tesirinde kalan bölge değil miydi? Kazak halkının Rus boyunduruğunu kabul eden Han’ı olan Jengir’i yok edebilirdi fakat onun arkasındaki iki başlı Samruk görüntülü dev imparatorluğa nasıl karşı koyacaktı?
Bu arada, Çara karşı en güçlü isyan olan Pugaçev ayaklanmasını edebî esere dönüştürmek isteyen Puşkin de bir zamanlar oralara uğramıştı. O yolculuğu sırasında ulu şairin «Из Гурьева городка, протекла кровью река» (Guryev ilinden nehirler aktı kan olup) demesi yok muydu! İnsanın yüreğini yakan böyle iki satır nasıl olup da kuştüyü kalemin ucuna ilişmiştir?
Erken kalktı. Bir fincan kahve içip Abay Caddesi’ndeki Millî Arşiv’e geçti. Eski zaman hikâyelerinin deposuna ölüm sessizliği hakimdi. Odalardaki serin esintiyle birlikte ne olduğu belirsiz bir huzursuzluk vücudunu basmıştı. Yan yana dizilmiş klasörler ise göz kamaştırıyordu. Açılan sayfalar, tarih tozu altında kalan şahsiyetler gibi canlanıyordu. Tozlar kitapların içindeki kederler ile birlikte dökülüverecekmiş gibi gözüküyordu.
“Hepsi bağlı. Adeta dillerini ısırmış gibi…” bunu üzgün bir şekilde mırıldanmıştı. “Mahambet’in son anlarını tasvir eden belgeler aramıştım.”
“Hayatının mı?” dedi dirsek önlüğü takmış sarışın kız. “Yoksa…”
“Karoy bölgesindeki…”
Evet, bir gün önce Alimcan ağabeyi olayları etraflıca anlatmıştı. Üç günlük anlamsız hayata kendilerini kaptırmış delikanlıları tekrar yerlerinden kaldırıp atlarına bindirecek kadar etkiliydi anlattıkları. Kendisi ise ortak düşüncelerini ifade edebilecek gücü bulamamış, kendi kendine bir şeyler mırıldanmıştı sadece. Dinleyen var, destekleyen yoktu. Sözü de kimi zaman fırsat bulup canlandırmazsan, alev almaz. Kendi kendine söz vermiş gibiydi. Daha çok fikir ve bilgi sahibi olmalıydı. Bu sebeple çıkmıştı yola.
“Eski bir el yazması var.” demişti dirsek önlüğü takmış sarışın kız bazı klasörleri evirip çevirirken. “Bir bölüm gibi, başı sonu yok. Bir okuyun isterseniz.”
“Bizde hiçbir şeyin başı sonu yok.” demişti Noel. “Getirin. Bir göz gezdireyim.”
Okumaya başladı:
…Jayık ırmağının Buhar tarafında, nehirden biraz ötede Karoy vardı. Ekim ayının ortalarıydı. Kumlu yerde yetişen Şağır ve Pelin kamışlarının rengi solmuş, tırmığın dişleri gibi seyrelmişlerdi. Batı’da rüzgara karşı şiddetli bir şekilde yükselen parça parça bulutlar birikmişti. Çok geçmeden bu bulutlar gelip sağanak yağışa dönüştüler. Baksı mezarı gibi, bozkır üzerine tek başına yerleşen Mahambet, keçe çadırın tepesindeki örtüyü kapattırmıştı. Vızıldayan hareketli rüzgar huzur vermeyince çadırın kenarındaki örtüleri de indirtmişti.
“Efendim, küçücük bir bulut var diye bunca örtünüp kapanmak ne demek? Atın nehirdeki yeşil kamışları kemiriyormuş. Hasan’ı gönderdim. Semaver de kaynamak üzere. Çayını içip, atına binip, biraz dolaşsana. Uyuşup yatma.” Bunları söyleyen Tipan, sağ kalçasında çıban çıktığı için epeydir aksamakta olan ozana kol kanat germeye çalışıyordu.
“Kandili yak. Yağmur geçince tepedeki örtüyü açarsınız.”
Mahambet’in morali bozuktu. İpek örtülü döşek üzerindeki kuş tüyü yastığa dayanarak uzanmaya devam etti.
Kuşluk vakti, şaşkın haldeki Tipan, aceleyle eve girmişti. Solgun yüzü, sinirli bir halde olduğunu gösteriyordu. Yastığa başını koymuş, sırt üstü uzanan Mahambet, bu huzursuzluğu hissetmişti. Aniden doğrulmak istedi ancak sağ kalçasının acısından bir yanına dönüp oturmak zorunda kaldı. Sonra sessizce çadırın desteği üzerinde asılı olan İsfahan kılıcına kolunu uzattı. Tipan, kılıcı kınıyla birlikte hızlıca uzattı. Gövdesine kurşun dökülmüş on iki örgülü buzağıdiş kalın kırbacı da eline verdi.
“Hayırdır?”
“Ne bileyim. Jarbastau taraftan on kadar atlı, hızlı bir şekilde ilerliyorlar. Gelişlerinden şüphelendim.”
“Hasan atı eyerledi mi?”
“Taze kamışa doyan talan olasıca sallanarak kaçıyor, kendini yakalattırmıyor.”
“Issız bozkırda tek başına bu eve gelen her kimse, beni özlediğinden gelmiyordur herhalde. Asaubay nerede?”
“Bacanağının küçük baş hayvanlarını satmak üzere şehre gitmiş.”
“Peki! Sonu hayır olsun bakalım!”
Yazı burada sona ermişti. Noel, damağındaki lezzetten mahrum kalmışcasına sarışın kıza bakakalmıştı.
“Elimizdekiler sadece bu kadar.” dedi kız da çekinerek. “Kalanını birileri yırtıp götürmüş gibi.”
Gün kararıp karanlık çökmeye başladığı sıralarda yorgun argın evine ulaştı. Gelir gelmez soyunmadan yatağına uzandı. Gözleri kapanmaya başlamış gibiydi.
“Düşüncelerden yoruldun mu, evlâdım?”
“Dayanacağım.” diye cevap verdi uyur uyanıklık arası bir haldeyken.
“Olayın