Скачать книгу

      Nesipbek Däwtayulı

      YOL

      AYGIRKİŞİ

      (Hikâye)

      Eskiden beri, altı ay yazda, ta ilk kar düşene kadar ağzından kımız düşmeyen aile Eskul aksakal her günkü gibi kulunu yeli1 ipinden öğleden sonra çözdü; gür perçemli, kestane dorusuyla birlikte avıldan2 uzakça, alçak dağdaki düzlüğe doğru gidiyor. Çevresi yemyeşil uzun ot… Burada kısrağını tan atıncaya kadar otlatıyor. Önceden kolhozun yılkısını yıllarca bakıp nice gecelerini uykusuz geçirdiğinden vücudu dışarıda gecelemeye alışkın olduğu için yemyeşil taze otu insanın gözünü kamaştıran düzlüğün dingin gecedeki tertemiz havasını içine çekerek yatmak bile cennet. Yüksekteki yıldızlara dikkatle bakınca aklına bin türlü düşünce geldiği olur. Biri yükselip biri alçalan, biri çile çekip savrulan Tanrı kullarının her birinin gövdesine, böyle tavanında parlak ışığı olan güzel bir düzlük bulunsa keşke diye düşünür. Her birinin… Birininki küçük, birininki büyük olsun ama olsun… Bunu akrabaların bir araya geldiği bir toplantıda dile getirmişti, kulak veren hiç kimse olmamıştı, yalnızca amcaoğlu katıla katıla gülmüştü. Ağzını zorla toplayarak “Eskul ağam düzlükte kısrağı ile geceleye geceleye hayal âleminde yaşamaya başlamış, yoksa avuç içi kadar gövdemize düzlük şöyle dursun bağırsaklarımız zor sığmıyor mu?” demez mi!..

      Birden kestane dorusu kısrak başını sallayarak pıskırdı. Avıl mezarlığının yanına gelmişlerdi. Mezarlar arasında karaltısı belirgin şekilde görünen bir at duruyordu. Yakınına Kuranıkerim okumak için gelmiş biri olabilir diye düşündü ilkin. Yaklaşınca farkına vardı; at eyersiz ve dizginsizdi. Aman ya Rabbi deyiverdi. Ya Rabbi, bu… Evet, o, Aygırkişi… Bundan bir hafta önce gömülen Buldıy’ın oğlunun taze mezarının demir parmaklığına burnunu dayamış dikkatle bakıyor. Deve kadar iri, sakar yağız aygırın bütün vücudu kurumuş ter izi. Gözlerinde kızıl alev. Aksakal, iyice yakınlaşınca hafif kişner veya inler gibi garip bir ses çıkarıp kulağını kırptı.

      – Evet, evet yavrum, evet diyerek aksakal, aygırın boynuna doğru uzaktan el uzatmıştı ki at arkasını dönüp ayağını kaldırdı. Yabancıladığı kişiye böyle yapmak âdetidir.

      – Evet, evet yavrum… Eskul aksakalın sesi ağlar gibi çıktı: Benim, gözüm… Tanımadın mı yoksa? Benim. Hadi… Elini tekrar uzatmaya niyetlendi, aygırın gözleri belerdi, sağ ayağıyla bir tekme savurdu. Eskul tekmeden kaçayım derken kendini bir anda yerde buldu. Hemen ayağa kalktı, biraz uzağa gidip çömeldi. Aksakal şaşırdı. Allah Allah, ta Talas’ın bilmem hangi bucağındaki Kırgız avılından nasıl geldi bu? Hadi kaçıp geldi diyelim, peki şu taze kabir duruşu… Atın… Atın insan gibi yas tutup… Nasıl bir kudretidir bu, Yaradan Rabbin…

      Uyanık mıyım yoksa düş mü görüyorum diye aksakal, çevresine bakındı, üstünü başını silkerek bayağı oturdu. Sonra Kuranıkerim okuyup delikanlının ruhuna bağışladı. Güneş ufukta kayboluncaya kadar kımıldamadı. Avıla varıp bu vakayı Buldıy’a anlatmayı düşünerek ayağa kalktı, sonra hemen vazgeçti. Söyleyip ne yapsındı? Aygırkişi ona lazım değildi ki. Zaten Aygırkişi de onun için gelmiş değil. Hatta kendisini de… Hayvanın görmek için geldiği kişi gerçek iyesi, Calgas delikanlı. Hayvan da olsa gelmiş başında duruyor işte. Dursun, yalnız bırakayım, yarın bakarım diye karar verdi. Allah’ın hikmeti; o kadar oturdu, kestane dorusu kısrak pıskırdı; aygır hiç oralı olmadı, başını çevirip bir bakmadı bile.

      Düzlüğe varıp kestane dorusu kısrağı köstek vurup saldıktan sonra da aksakal kendine gelemedi. Hayretler içinde. Bu… İnanılacak bir şey mi? Ta, ta çocukluğunda bir ihtiyar ona “Ey balam, dünyayı bilmek ister misin? Bilmek istersen dünyada insanın inanacağı şey çok, inanmayacağı az.” demişti. “Peki, öylesi var mı?” diye sormuştu. “Neyi kastediyorsun?” “İnsanın inanmayacağı şey?” “Var…” İşte insanın inanmayacağı “var”ı bir zaman kendi gözleriyle gördü de. Evet, gördü… Bir sene, onun çocukluk çağında bu yörede büyük kuraklık oldu. Yeryüzünün otu dahi tamamen kuruyup yele gitti, her yer ölü toprağa döndü. Savaşta ölesiye eziyet çeken, savaş sonrası yıllarda da henüz doyasıya yemek yemeyen halkın gözü devamlı ümitle göğe bakıyordu. Lakin gökten bir damla bile düşmedi. O vakit avıl aksakalları şu alçak dağın Akadır adlı kışlağındaki tek evde oturan bir ihtiyarı alıp getirdiler. Ermiş diyorlar. Evliya, enbiya deyince yok yere kuduruveren Kızıl etkincilerin kovuşturmasına uğramış. Kör itin öldüğü yere sürelim diyerek kaç kez alıp götürmüşlerse de çok geçmeden tekrar tekrar dönüp avıla gelirmiş. Ancak savaş başladıktan sonra unutmuşlar bunu avılın eyyamcı komünistleri. Onun üzerine tek ev olarak atalarının Akadır’daki kışlağına göçüp gitmiş. Karısı ölmüş, çocuğu yok. Mübareğin gözü… Lacivert… Gözleri bütün olarak parıl parıl… Çevresini saran avıl yurdunun aklı ve hafızası olan aksakallar “Vaziyet perişan ermiş baba, artık çok geçmeden sıçan düşse başı yarılacak eski kıtlık günleri gelecek. Sizden başka yardım edecek bir kimse olduğunu düşünmüyoruz. Bir şeyler yapın…” dediler.

      Ermiş sessiz. Bir ona, bir buna dikkatle bakan lacivert gözlerinin parıltısı artmış durumda. Derisi ete yapışmış koyu esmer yüzü soluk ve parıltısız görünüyor. “Allah’ın kudreti… İnsanın elinden ne gelir…” diye fısıldadı bir ara. O anda “Ey ermiş!” deyip bir kadın başındaki örtüsünü yolup aldı ve saçını dağıttı. “Allah bazılarına kendisine doğru yakınlaşacak güç vermiş değil midir elin yurdun derdini ulaştırıp duran? Bir şey yapın, efendim!”

      “Bir şey yapın, bir şey yapın, bir şey yapın!” yediden yetmişe herkes dağ hindisi gibi yaygara kopardı.

      “Günahımızı bağışlayın!” dedi biran evvel saçını dağıtıveren yaşlı kadın. “Tanrısızlaştığımız için yalvarıyoruz Tanrı’ya. Kahrına düçar olduk işte. Sizin katınızda da suçluyuz. Başınız tekrar tekrar belaya girdiğinde araya girerek savunamadık sizi. Nihayet yapayalnız bıraktık. Ne yapalım, korktuk hükûmetten. Bağışlayın bizi.”

      O sırada… Ermişin lacivert gözünün parlaklığından bir damla yaş sökün edip yere düştü. “Rahmetine canım kurban, Yaradan!” Bu söyler söylemez ağzından bir tutam gök yalın göğe doğru uçtu ve anında kayboldu. Çevresinde oturan beş altı ihtiyarın başında birdenbire yumruk kadar bulut peyda oldu, onlar da göğe yükseldi. Bir anda havayı kara bulut kapladı. Kara gök ortasından yarılmış gibi bir gürledi ve sağanak yağmur kupkuru olmuş yeryüzünü dövmeye başladı. O arada… Sele dönüşen sağanak yağmur ile kaygısı dağılıp yüzü gülen, ayrıca hayretler içinde kalan insanlar, ihtiyar ermişin oturduğu yerde öbür dünyaya göçtüğünü fark etti. “Ah mübarek, ah!” dediler. Sonra da “Gökte Tanrı, yerde ermiş; iki kudret, artık sizi hiç unutmayacağız; tövbe ettik!” sözünü birbiri ardınca söyleyerek gözyaşlarına boğuldular. Lakin ne çare ki beşer, dönek çıktı. Bir anda değişivermeye müsaitmiş insanoğlu. Dün başka, bugün bambaşka… İnsanın kendisi olarak kalamamasından büyük hıyanet var mıdır?

      Öz babası küçüklüğünden beri mala düşkün olan Ali, babasının yolundan gitti; Buldıy ise avılındaki bütün çocuklardan farklı büyüdü. Daha üçüncü dördüncü sınıfta iken tavşan yetiştirdi; tavşanları yazın yaylada oturan çobanlara armağan edip onlardan kuzu ve oğlak topladı; onlara damgasını basarak ağıl içinde kendi ağılını ayırıp çevirdi; özgeler şöyle dursun, babasını bile hayretler içinde bıraktı. “Şu piç var ya!..” deyip dururdu, rahmetli. “Dünyanın dibini deler bu gerçekten!”

      Orta mektebi allem edip kulem edip bitiren Buldıy, yörenin diğer çocukları gibi tahsil peşinde koşmadı; tüketiciler derneği, hazırlık bürosu gibi kurumların çevresinde dolandı, bakkal çırağı oldu, sonra kendi başına bira sattı. Ardından avılın dükkânını aldı. Şimdi kendi mülküdür. Önceleri Moskviç marka arabaya bindi. Çok geçmeden Jiguli’ye, ardından da yabancı arabaya geçti. Allah’tan karısı da kendisi gibi tam bir sivrisıçan işgüzar çıktı işte. Tıp tahsili aldığı için, eli ile sözü atbaşı birlikte hareket eden Buldıy ona avılın dibinde bulunan deri fabrikası yerleşkesindeki eczaneyi alıverdi. Az bulunan ilaçları saklayıp iki üç katına satmanın “Rezillik bu yahu!” dönemi şimdi başladı. Bu, meselenin bir yanıdır. Dükkândaki, eczanedeki ticarete şimdi evdeki ticaret eklendi.