Novruz Necefoğlu

Çaresiz Yolcu


Скачать книгу

bir yandan yürüyor, yürürken de içinden konuşuyor, kendisi ile dertleşiyordu: “Zalim herif, ne elden utanıyor, ne de hısım akraba dinliyor. En küçük şeyleri bahane edip dövüşe, kavgaya başlıyor. Ona kızan, yaptıklarına karşı gelen, öğüt veren biri çıkınca daha da coşuyor, kendinden geçiyor, öfkeden deliye dönüyor. Bağırtısı, nerdeyse köyden köye duyuluyor… Allah bu Memiş’in sesinden kesip de aklını biraz fazla etse ne olurdu? “Kısmete karşı gelinmez,” diyenlere, ben ne deyim,” diye toprağa, taşa söz söyleyip yakınıyor, kara bahtına sitem ederek ilerliyordu.

      … Kıztamam, bir susup bir konuşuyor, sanki birilerinden bir şeyler umuyor, birilerine de küsüyor, derdini açıp yakınıyordu. Keremine şükür ama, Tanrı’nın bir çoban, üstelik doğuştan yeteneksiz, beceriksiz bir çoban olarak yarattığı bu beli kırılasıca, niye onun alnına yazılmıştı, niye onun bahtına çıkmıştı? Ayıplamak, kınamak, lanetlemek istiyordu, ama kimi? Tanrı’yı mı? Kısmetini mi? Talihini mi? Yoksa başka birisini mi? Kimi? Kimi?…

      Bu sorulara kendisi de cevap veremiyordu. Aklı, fikri dünkü yaşananlardaydı. Dün olup bitenleri, hayalinde yeniden yaşıyordu.

      Gülgez, kapının önünden bağırmış, odada eşyaları toplayan anasına seslenmişti:

      “Ana, babam geliyor.”

      “Ne!? Boyu devrilesice ne çabuk geri döndü? Öğlen oldu mu ki? İşe güce dalıp babanın çayını, yemeğini de hazırlamadık,” dedi, eli ayağına dolaştı, sonra da kızına dönüp:

      “Gülgez, anan kurban olsun, çabuk ol, kuş gibi git, çaydanlığı doldur, getir, ben de ocağı yakayım,” dedi ve sonra alel acele dışarı çıktı.

      Koyunların önü sıra eve doğru gelen Memiş, değneğini evin duvarına dayayıp elini yüzünü yıkamadan odaya doğru geçti ve geçerken de:

      “Nerde benim çayım! Yoksa çay pişirmediniz mi?” diye bağırdı.

      Kıztamam suçunu itiraf edercesine, sesini kısarak ve adeta yalvararak:

      “Memiş, kadanı alayım, yaylaya göçeceğiz diye eşyaları toparlamakla meşgul oldum, üstelik böyle çabuk döneceğini de beklemiyorduk. Biraz sabret, ocağı yaktım, şimdi çayın da, yemeğin de hazır olur, merak etme…” dedi ve sonra da Gülgez’in getirdiği ve ocağın isinden kapkara olmuş çaydanlığı, yenice alevlenen ocağın üstüne koydu.

      “…Evet! Öğlen oldu mu? Ha! Benim, yazıda yabanda ineğin koyunun ardı sıra koşturmaktan canım çıksın, siz de evde oturun, üstelik Allah’ın çayını da hazırlamayın, öyle mi!?” diyen Memiş, duvara dayadığı değneğe doğru yöneldi ve: “Ben, senin yedi sülalenin…” diye ağza alınmayacak sözler savurup göçün ardında kalan hünersiz köpek gibi hırıldaya, hırıldaya küfür etmeye başladı.

      Memiş böyle durumlarda, eğer evden birini eline geçiremezse, bu eve kendisinden daha fazla hayrı dokunan ahırdaki eşeği ya da kapıdaki köpeği döver; acısını bu zavallı hayvanlardan çıkarırdı. Değneğini alıp bu hayvanların başına çökünce; eşeği anırana kadar, köpeği de ulayana kadar döverdi.

      Ertesi gün uzak bir yolculuğa çıkacaklardı. Bir kaç gün sürecek olan yolculukta, ağır yüklerini taşımak için eşeğe ihtiyaçları vardı, eşeği Memiş’in cengine vermek olmazdı, onu korumak lazımdı. Evdeki iki oğlan, zavallı eşeği, sebepsiz yere öfkeye kapılan babalarının gazabından kurtarmak için önlerine katıp obadan uzaklaştırarak, ucu bucağı görünmeyen ovaya doğru kaçırmışlardı. Memiş’in, yaylada adeta sağ kolu olan kocamış köpeği ise bu kış, hayvanlar arasındaki bulaşıcı bir hastalıktan dolayı ölmüştü.

      Kıztamam, Memiş’in kopardığı bu “fırtınadan” kurtulmak için canını alıp kızı Gülgez’i de kucağına bastırarak komşuları Gülsümgile kaçmıştı. Kıztamam, Memiş’in, Gülsüm’ün kocası ve obanın hatırı sayılan büyüğü olan Bağır kişinin korkusundan Gülsümgile yaklaşmaya cüret edemeyeceğini iyi biliyordu. Şimdi Memiş, önüne ilk kim çıkarsa, bir bahane bulup sövecek, sonra da eve geçip Kıztamam’a ver yansın edecekti.

      Kıztamam, yanında Gülgez ile Gülsümgilin evinin penceresinden dışarıyı seyrediyor, bundan sonra daha nelerin olacağını kestirmeye çalışıyordu ki, tahmin ettiği şey oldu: Ağılların arasından çıkan Mehrab adındaki genç bir oğlan:

      “Memiş dayı! Ne oldu? Bu göç vaktinde yine ne diye bağırıp çağırıyorsun, niye ortalığı velveleye veriyorsun?” diyerek onu sakinleştirmek istedi.

      Memiş, demirci körüğü gibi fısırdayarak: “Sana ne?” dedi, “Sen işine baksana, yoluna devam etsene!”

      Mehrab yüzünü Memiş’e doğru çevirip:

      “Ay kişi, ben sana ne dedim ki? Niye ortalığı velveleye veriyorsun, dedim? İşte, bak, çocuklarını da esir etmişsin. Zavallı çocuklar, telaşla kaçışıyorlar,” dedi ve sırtını dönüp oradan uzaklaşmak istedi.

      Memiş ayaklarını sürüye sürüye genç oğlana doğru yürüyüp: “Ede! Şimdi sen bana akıl mı öğretiyorsun? Senin baban Şamil’in, göç yolunda Şehretük’ten geçerken ölen dedenin…” diye bağırarak değneğine sarıldı.

      Mehrab: “Memiş dayı, küfür etme,” dedi, öfkesini güçlükle yenerek: “Ay domuzun…” demek istedi ama kendisini zor zaptetti. “Hava almış yayık gibi pis pis guruldayıp durma…” diye, bu ağzı bozuk adamı susturmak istese de, olmuyordu.

      Memiş sövüyor, ağzına geleni diyor, Mehrab’ı, “seni öldürürüm” diye tehdit ediyor, değneğini ikide bir havaya kaldırarak ona vurmak istiyordu.

      O anda olanlar oldu, Memiş ile Mehrab birbirine girdiler. Kıztamam onları izlediği pencerenin gerisinden:

      “Gözüne kurban olduğum Mehrab, hışmaladı ha! Bırak canını alsın!” diye içinden mırıldandı. Mehrab, üstüne gelen Memiş’i bir hamlede yakalayıp ellerini birbirine doladı ve onu güçlü kollarının arasına aldı. Memiş’in kaburgasını kıracakmış gibi sıkıyor:

      “He, ne oldu? Haydi, vursana?” diye bağırıyor, kendinden yaşça büyük, babası yerindeki olan Memiş’in küfürlerine karşlılık vermiyor, sabrediyordu. Üstelik mengene gibi sıktığı rakibine el kaldırıp vurmaya da kıyamıyordu. Memiş yine ağzına geleni saymaya başlayınca, Mehrab onu dürüp büküp kucağına aldı ve götürüp evin içine fırlattı. Memiş kendine gelemeden, kapının sürgüsünü de dışardan kilitleyerek:

      “Evet, Memiş dayı, bak işte böyle, şimdi istediğin kadar söv. Çok acıkmışsın, biliyorum. Kıztamam hala tabağı, kaşığı da henüz yüke sarmamış. Yiyecek, içecekler de ortalıktadır. Şimdi gönlünce ye, iç, tuluğunu gönlünce doldur ki, başındaki cinler cirit oynamasın. İstersen Kıztamam halaya seslen de kapının kilidini açsın…”

      Mehrab, bu yaptığı işten kendisi de memnun olmuştu. Bir kahkaha atıp güldükten sonra, yüksek sesle:

      “Memiş dayıyı zararsız hale getirmenin kolayını bulmuşum. Sövmesini engellemek, sesini kesmek için de bir yol bulacağım,”

      deyip ağıldan çıkardığı koyunların arkasına düşüp ovaya doğru yol aldı, uzaklaştı.

***

      …Kıztamam, bu gün sabah erkenden, daha güneş doğmadan çıkıp; öğleye kadar gittiği yoldan geriye dönüyordu. Kışlağa varması için daha hayli yol vardı. Asfalt yoldan kışlağa kadar olan on sekiz kilometrelik mesafenin, olsa olsa beş altı kilometresini katetmişti. Sabahtan beri kat ettiği yol ise, alması gereken mesafenin tam