iyiye gittiğini gördü ve dönüp yavaş adımlarla odadan çıktı ve Babulla ile birlikte bahçeye geçtiler. Güneş tam tepeye dikilmişti. Cihangir kişi kenarda duran kamyonu Babulla’ya gösterip:
“Bu çalışıyor mu? Süren var mı,” diye sordu. Babulla:
“Evet çalışıyor, çocuklar sürüyorlar. Şimdi burada değiller, hayvanları Sarvan tarafına sulamaya götürdüler, birazdan gelirler” diye cevap verdi.
Cihangir kişi dört yana ateş püskürten güneşe doğru bakmaya çalışarak:
“Babulla, Kıztamam’ı bu kamyona bindir, yününü de arabaya yükle, çocuklar onu kendi obasına kadar götürsünler. Ben de gideyim, hazırlıklarımı göreyim, sıcaklar yaman düştü. Artık bizim yerlerin ateşte pişen vaktidir, buralarda daha fazla eğlenmek olmaz,” dedi, sonra da Babulla’nın oğlunun yakına çektiği atına binerek: “Geceden, kafile ile yola çıkıyoruz,” deyip vedalaştı. Atını uzaktan görünen tek söğüt ağacının yanındaki düşergeye doğru seğirtti.
Bu yıl işleri yolunda gitmişti.. Üniversiteyi bitiren Balahan’a, maaşla çalışmaya başladığı rayonda, ev yapması için bir de arsa vermişlerdi. Balahan, askerliğini bitirip gelen kardeşi Arzuman’ı da yanına almış, rayondaki tavuk çiftliğinde işe sokmuştu. İki kardeş el ele verip geçici bir kulübe yaparak orada yaşamaya başlamışlardı. Ancak henüz ikisi de bekardı, yeni kurdukları bu yurda, kadın eli değmediğinden ocağının bereketi yoktu, eşyalar da hiç düzenli değildi. Balahan çalışıp çabalıyor, boş zamanlarında bahçeye inip toprakla uğraşıyor, yeni kurduğu bu yurtta, yeni evinin önüne sonbahardan beri ağaç dikiyor, bahçeyi şenlendiriyordu.
Balahan’ın eli ekmek tutmuştu artık, bir işi vardı ve her ay maaş alıyordu. Balahan nevruz bayramında anası Kıztamam, babası Memiş, bacısı Gülgez ve diğer kardeşlerine yeni elbiseler alıp obaya getirmiş; bütün aile fertlerini yeni baştan giydirmişti. Kız-tamam oğlunun aldığı köyneği giyinip aynada kendine bakınca, sevinçten gözleri yaşarmıştı. Kardeşleri Balahan’a teşekkür etmiş, Gülgez ise ağabeyinin boynuna sarılmıştı. Memiş de oğlunun alıp getirdiği ceketi sırtına giyinmiş, sofranın kenarına, kilimin üstüne oturmuş, çenesini şakırdatarak Balahan’ın getirdiği şekerlerle, kızı Gülgez’in önüne bıraktığı çayından içmeye başlamıştı. Memiş, o gün kimseye çatmamış, kimseyle dalaşmamış, kimseye sövüp saymamıştı. Kendinden hiç beklenmeyecek bir şekilde sessizce oturmuş, kimsenin keyfine soğan doğramamıştı.
....Balahan ilkbaharda, el, oba yaylaya göçerken anası Kıztamam’ı yeni taşındığı evine getirmişti. Kıztamam, sıra ile dizilmiş evlerin arasında, demir torla çeperlenmiş bahçenin kapısından içeri girer girmez eğilerek bahçenin toprağını; duvarları bu yakınlarda sıvanmış tek odalı evin taş duvarını öpmüş, kurduğu bu yeni yurtta oğluna Allah’tan saadet, ocağına bereket, mutluluk dilemişti. Çok sevinmişti, uçmaya bir tek kanadı eksikti. Balahan’ın bu küçük evi, Kıztamam’ın nazarında azametli bir malikane, gösterişli bir saray idi.
Balahan’ın artık kül döktüğü, ocak galadığı bir yurdu, bahçesi vardı. Şimdi kardeşinin de kaygısını çekiyor, onun işini de yoluna koymak için uğraşıyordu. “Biraz daha çalışsın, kendini ispatlasın, Arzuman’a da buralardan bir arsa alacağım,” diyordu. Anası ellerini Allah’ın dergahına doğrultup oğluna kimbilir kaçıncı kez hayır dua ediyordu.
… Oğlunun evine ilk gelişiydi, bu yüzden Kıztamam içinden geçenleri Balahan’a söyledi, onu evlendirmekten söz açtı…
Balahan da küçük odanın köşesindeki elektirikli çaydanlığın fişini pirize takarak:
“Ay ana, otursana,” deyip duvarın dibine, üst üste konulmuş minderlerden birini hemen alıp küçük masanın yanındaki iki sandalyeden birinin üstüne koydu. Sonra da anası Kıztamam’a doğru dönerek:
“Ana, daha erken değil mi? Benim şartlarım henüz uygun değil, evlenmeye imkanım yok. Ben buradayım, siz de kâh ovada, kâh yayladasınız. Köye bir yazın, bir de sonbaharda, aşağı inip yukarı çıkarken iki üç günlüğüne dönüyorsunuz. Arzuman askerlik görevini bitirip geldiğinden beri, bir araya gelip oturup kalkamadık. Hem sen de “evimiz eşiğimiz kötü güne kaldı, çitimiz çeperimiz, çoluğumuz, çocuğumuz dağıldı, gitti” diyordun. Eninde sonunda oraları da mamur edeceğiz, elbette, köyde yaşamak da mümkün ama benim işim buralardadır. Gidip o dağ köyünde ne yapacağım?”
Kıztamam, kendi elleri ile sırıdığı yorgan ve döşeğin serili olduğu tek kişilik, baştarafları tahtalı karyolanın üstündeki örtüyü, körpe çocuğu okşuyormuş gibi sıvazlayarak, karyolanın önüne, yere oturdu. Sırtını karyolaya dayayıp oğluna doğru döndü ve:
“Hele sen de otur oğlum,” dedi. “Bak, işte oraya, o minderi koyduğun yere, geç, otur. He, Balahan, oğul, gel şimdi güzel güzel konuşalım.” Kadın yine gözlerini odanın dört bir yanında dolaştırıp sakince: “Neyin eksik ki? dedi. “Şimdilik burada yaşarsınız, sonra yavaş yavaş büyük bir ev yaparsın inşallah. Hem de ben gelinimi köye, kendi evimize getireceğim. Beş on gün köyde kalıp sonra da buraya taşınırsınız.”
Kıztamam, bakışlarını masanın üstüne dikip bir şey okuyormuş gibi sağ eli ile sofranın saçaklarını oynatan oğlunu bir daha süzüp: “Doğru söylemiyor muyum ay oğul? Böyle daha güzel olmaz mı?” diye sordu.
Balahan konuşmadı. Kıztamam ise bu sohbeti yarım bırakmak istemiyordu:
“Oğlum,” dedi, “Düğün yapmak için paramız pulumuz yok, diye mi çekiniyorsun? İneğimizden, koyunumuzdan üçer beşer satarız, yine yetmez ise borç para buluruz, şimdi herkes öyle yapıyor; borç para alıyorlar, düğünden sonra da ödüyorlar. Biz de öyle yapamaz mıyız, olmaz mı?” diye sordu.
Balahan başını biraz yukarı kaldırıp odanın tek penceresinden bahçeye bakarak:
“Ya düğünde yeteri kadar takı takılmaz ise? Alacaklılar da kapımıza gelir, yakamızdan tutarsa, o zaman ne yapacağız ana?” deyip bir anlığına sustu, sonra da: “O zaman el aleme rezil rüsva oluruz. Varımızı yoğumuzu da satıp borç öderiz, benim yüzümden kuru yerde kalırsınız hepiniz. Yok, ana, sen her zaman “borç kötü şeydir, Allah’ın lanet bayrağıdır,” demiyor muydun? Acele etme, hele biraz daha çalışayım, kardeşim de ufak tefek bir şeyler kazansın, elimizde paramız pulumuz olsun, işte o zaman bu konuyu konuşuruz. Üstelik Gülgez’in isteyenleri var, dünürcü gelmek istiyorlar, diyordun. Öncelikle Gülgez’i düşünmek lazım, önce onu bir gelin edip yeni yuvasına göçürelim, sonra bana da sıra gelir,” deyip ayağa kalktı. Kaynayan çaydanlığın fişini pirizden çekti ve demliği alarak çay demlemeye koyuldu. Balahan’ın, bu mevzuyu burada bitirmek istediği anlaşılıyordu.
Kıztamam ise kolayca teslim olmak, oğlunun isteğine boyun eğmek istemedi. Yeniden söze başladı. Bu işten el çekecek gibi de görünmüyordu.
“Oğlum, o ne biçim söz, nasıl yani? Borca batarız diye mi düşünüyorsun? Öyle mi? Fakirliğimize bakma sen oğul, her oğlunu evlendirenin, kızını gelin edenin düğününe gidip takısını takmışız. Köyde hiç bir düğünden geriye kalmadık. Sen baban Memiş’in bağırıp çağırmasına, ona buna sövmesine bakma. Hatırımızı sayan insanlar, eşimiz, dostumuz çoktur. Korkma, senin düğününe de herkes gelecek, hayli takı takacaklar, iyi de para, pul toplanacak…”
Anası, Balahan’ın tekrar yerine oturmasından cesaret alarak biraz daha yüreklice: “He, eminim ki yeteri kadar para pul toplanacak…” dedi.
Balahan anasına doğru dönüp:
“Peki,