o da sana dakunmaz, asla zarar vermez” dediklerini duymuştu.
Yere eğilip avuçlarını, üstüne kurumuş yavşan otları da dökülmüş, ateş gibi yanan, kızgın toprakla doldurdu ve yeniden doğruldu. Bir kaç metre ötede, bedenini yarıya kadar yukarı kaldırmış kızıl yılan duruyordu. Gördüğü, sanki kızıl yılan değil, alev alıp yanan bir ipti. Yılan çekip gitmiyor, ona bakarak uzun çatal dilini çıkarıp oynatarak tıslıyordu.
Kıztamam, darda kaldığı o an, “nine” diye hitap ettiği anası Balanaz’ın, beş bacının tek kardeşi, ata ocağını söndürmeden devam ettiren kardeşi, evin tek oğlu Süceddin’e: “Ocağımızı söndürme, ata yurdumuzu terk etme, yerimizi yurdumuzu viran koyma. Viran olan yurtta ya baykuş öter ya da yılan meler…”diyerek yalvarmasını hatırladı.
Bir şeyler yapmalıydı, kayıtsız kalamazdı çünkü karşısındaki ne de olsa yılandı. “Yılanın ağına da, karasına da lanet” demiş atalar. Şimdilik sakince bekleyen yılandan bir an önce uzaklaşmalıydı. İleri gidemezdi çünkü yılan üstüne atılabilirdi. Avuçlarındaki kuru toprakla, daha doğrusu tozla, yılana ne yapabilirdi ki? Önceki yıllarda kondukları, şimdi ise harabe olan yurd yeri, Kıztamam’ın gözüne korkunç yılanların yuvası gibi görünüyordu. Adım adım, yavaş yavaş geri çekilmeli, oradan uzaklaşıp yılanın sağ tarafından geçerek gitmeliydi. Böyle yaparsam daha iyi olur, diye düşündü ve kendi kendine:
“Evet, öyle yapmalıyım,” deyip ağır ağır gerilemeye ve sonra da sağ omuzu üstünden yılana baka baka, yılanın yan tarafından hızla geçerek oradan uzaklaşmaya başladı.
Renk! Elbisesinin rengi! Şimdi de sırtındaki elbiselerin rengi, onu korkutmaya başladı. Çocukken ninesinden, kızıl yılanın, bir rengi çok sevdiğini işitmişti. Kızıl yılanın sevdiği o rengi hatırlayamıyordu, acaba hangi renkti? Köyneğine, elbisesine göz gezdirdi:
“Ey Allah’ım, sen bana yardım et! Elbisemde hangi renk yok ki…”diye sızlandı.
Kendini biraz daha kenara çekip arkasına dönerek yılanın durduğu yere doğru baktı. Yılan görünmüyordu. Kuru kangal dallarının kıpırdadığını mı hissetmişti? Kızıl yılan ona hücum mu ediyordu? İçindeki vesvese büyüdü, korkuları arttı. Allah’ım, imdadıma sen yetiş, diyerek uzaklaşmaya çalıştı. Arkasından gelen bir ses duydu, sanki bir şeyler, ona doğru sürünerek geliyordu. Yılan olduğunu düşündü. Farkında olmadan adımları hızlanmıştı. Ancak şimdi dönüp arkasına bakamıyordu. Arkasına bakacak durumda değildi. Sadece kulağını geriye vermiş, gelen sesleri dinliyordu. İleriye doğru olabildiğince hızlı adımlarla giderken, arkasından gelen sese de kulak kesilmişti. Yok, artık ses gelmiyordu, belki de o duymuyordu. Yürüdükçe başmaklarının altında ezilen kuru otların, çorak toprağın kesekleri ezilip hışırdıyordu, başka bir ses, seda yoktu.
Gördüğü yerden hayli uzaklaşsa da, içinde kızıl yılanın korkusu vardı. Öyle bir korkuydu ki, hâlâ ardından sürünerek geliyordu. Önünden seraplar hücum ediyor, arkasından ise korkular geliyor, onu haklamak istiyordu. Ama Kıztamam, kışlakta, obalarında unuttuğu bir haral dolusu yünün, ondan önce obaya varan başka birine kısmet olmaması için var gücüyle ilerliyor, kendi helal malına ulaşmak için acele ediyordu. Vücudunun bütün azaları sızlıyor, bin yerden ses çıkarıyor olsa da hâlâ aklı yerinde, hâlâ kendindeydi.
Kıztamam dünyanın bin bir türlü derdini, kavgasını dile getirip düşüne düşüne, alevin, ateşin içinde yana yana, yolculuğun son deminde ise artık sürüne sürüne, en sonunda kışladıkları yurda; sakinleri bu gün sabahleyin erkenden yaylaya göçmüş olan obanın yakınlarına gelip çatmıştı. Gözlerini tez tez kırparak, gözbebeklerine akan ter damlalarını kovdu. Bütün kışı, ilkbaharı geçirdikleri sığınağı, sığınağın karşı tarafındaki yurt yerini açıkça görüyor, oraya ulaşmak için acele ediyordu. Acaba gördüğü serap mıydı? Serap gözünün önünü kesiyordu. Kıztamam ise şimdi gördüğü o seraba doğru yürüyordu. Gözleri kararıyor, gördükleri: Kışlak, sığınak, yurt yeri… bir anda yok oluyordu.
Evet, görüyordu. Gördüğü oba idi, kendi obaları. Artık tükenmekte olan gücünü son kez toplayıp hareket etti…
…Bu ovanın sakinleri, yayladan obaya, obadan yaylaya göçen ahali ile ticaret yapan, onlarla alış veriş eden Süphan, çoluk çocuğun “univermak” diye isim taktığı demir kasalı kamyonu geniş arazinin tam ortası olduğundan, Kıztamamgilin, yani Bağır dayının evinin yakınına eğlemişti. Süphan, bu obanın sabah erkenden yola düşeceğini dünden biliyordu. Veresiye mal verdiği, mal aldığı adamlardan, parası olanlarla, eline para pul geçenlerle aralarındaki hesabı burada kapatmıştı. Yayladan dönünce koyunlarını, keçilerini iyi bir fiyata satmak ümidi ile göçenlerle ise daha sonra hesaplaşacaktı. Bu obanın ahalisi çalışkan oldukları kadar da hakkı gözeten, sözüne sadık, dürüst adamlar olarak bilinirlerdi. Sorsan, bundan on yıl önceki borçlarını ne zaman alıp ne zaman verdiklerini günü gününe, saati saatine söylerlerdi. Süphan ile bu ahali arasında karşılıklı güven ve itibara dayanan samimi ilişkiler vardı. Birbirlerini sayıp severlerdi.
Süphan birkaç kilometre ötede, kendi köylülerinin yanında yerleştiği obadan sabahleyin erkenden çıkıp bu gün yaylaya göçen obanın yanındaki demir köşküne gelmişti. Kendisi de eşyalarını toparlamalıydı. İki haftadır, birbiri ardınca kafileler halinde yola düşen göçlerin sonuncusu da yarın, yayla yoluna düşecekti. Arkadaki beş altı oba ile, yarın sabah erkenden, o da yola çıkacaktı.
Süphan yapayalnızdı, oba göçmüştü, etraf sessiz, sakindi. Kulağının alıştığı, koyun, kuzu, inek, dana sesi gelmiyordu. Kedi bile miyavlamıyordu. Sıkıldı, buradan gitmek için acele etmeliydi. Hemen toparlanıp götürülmesi gereken küçük parça eşyaları torbaya doldurdu ve demir köşkünün duvarına dayayıp kapının kilidini yerine asıp kilitledi. Birden ne düşündüyse, göçü yola dizilmiş obayı bir daha gezip dolaşmak geldi aklına. Belki de bir kimsenin, aceleyle unuttuğu, yaylaya götüremediği gerekli bir eşya kalmıştır, diye obada ne var, ne yok bir kez daha gözden geçirmek istedi.
Obanın içerisinde dolaşıp etrafı kolaçan etti. Birbirine benzeyen kamıştan yapılmış el yerlerinden birinin açık kapısından içeri baktı, içeride duvara dayalı büyük bir haral gördü. Önce saman veya otla dolu olduğunu, bu nedenle de duvara dayalı olarak bırakıldığını sandı. Yine de emin olmak için haralın içine bakıp yoklamak istedi. Uzunca boyunu azca eğip içeri girdi. Haralı kurcalayıp baktı, haral yün ile doluydu. Kiminse, unutmuştu. Haralı, kapısı, kilidi bile olmayan kamış damda bırakıp gitmek olmazdı, sürüyerek dışarı çıkardı, sürüye sürüye, demir köşküne getirdi, kapıyı açıp içeri yuvarladı. Sonra da tekrar kapıyı kilitledi. “En iyisi buradır, sahibi bulunursa, veririz,” diye söylendi.
Güneş yakıyordu. Haralı sürüdükçe koyun yatağındaki peyinden kalkan tozun keskin kokusu sıcak havaya karışıyor, böylece sıcaklık insanı iki kat yakıyordu. Ara sıra sandalye yerine üstüne oturduğu taşlardan birini, köşkün cılız gölgesine doğru iteleyip orada oturuyordu. Terini silip, nefesini topladı. Acaba bu yün kimin? Kim unutup gitmiş? diye düşünerek bir süre oturdu.
Kulağına bir ses geldi. Sanki birisi ağlıyor ya da inliyordu. Evet! Birisi sızlanıyor, ağlıyordu. Biraz önce, obanın her yerini dolaşmış, her yere bakmıştı. Yoksa birisi obada mı kaldı diye geçirdi içinden, oturduğu yerden kalkıp tekrar obanın içine doğru yollandı. Etrafa göz gezdirdi. Unutulmuş olan yün haralını çıkardığı avlunun açık kalmış kapısının ağzında, iki büklüm olmuş, eğilmiş bir kadın görünüyordu. Acaba kim bu kadın? Yoksa az önce de burdaydı da o mu, görmemişti? Yok, olamaz.