Novruz Necefoğlu

Çaresiz Yolcu


Скачать книгу

şükür, çocuklarımın aklı başında, güçlü kuvvetliler, sağlıkları da yerinde, diye Allah’a şükretti. Büyük oğlu, Gence’de, Ziraat Fakültesi’nde okuyordu, oğlan Zootekni bölümü ikinci sınıf öğrencisiydi. Kıztamam her türlü meşakkate katlanıyor, büyük emekler sarfediyor, kıt kanaat geçinip gidiyorlardı. Oğlunun okuması için evdekilerin boğazından kesiyor, bin türlü çileye boyun eğerek Balahan’ı okutuyordu.

      Memiş denen evi yıkılası ise, Balahan tatile geldiğinde de ortalığı birbirine katıyordu. Zor geçen sınavlardan sonra, yarı yıl tatilinde köye gelen oğlunu, geldiği günden gidene kadar çalıştırıyor; mal davar otlatmak bir yana, ahırın temizliğini de Balahan’a yaptırıyor, akademide okuyan bir öğrenciye yakışmayan işleri yapmaya mecbur ediyordu. Kıztamam ağzını açıp: “Oğlan beş günlüğüne misafir geldi, biraz dinlense, ne olur,” dediğinde ise ortalık savaş alanına dönüyordu. Memiş, eğer karısı yakınında, elinin yettiği yerde ise değnek ile onun dallarını buduyor; eli yetişmiyorsa yedi göbek sülalesini, gelmişini, geçmişini bir bir sıralayıp ağzının dolusunca sövüyor; oğlunu da karısını da el aleme karşı rezil rüsva ediyordu.

      Kıztamam, tatil bitip Balahan’ı okula gönderirken, onun için gizli gizli biriktirdiği harçlığı, Memiş’ten uğrun oğlunun cebine koyuyordu. Oğlu Balahan:

      “Ana, benim çalışıp para kazanıp size yardım etmem gerekirken, sizin işinizi daha da zorlaştırıyorum, dilekçe verip açıktan okuyayım, size yardımcı olayım,” diyordu.

      Kıztamam da duygulanıyor:

      “Herkes bizim gibi oğlum! Kıt kanaat geçinip gidiyorlar, bunun için kendini sıkma,” diyerek oğlunu bağrına basıp yola salıyor, arkasından da bir kova su serpiyordu.

      … Evet, su! Su içmek istiyordu Kıztamam. Susuzluktan içi yanıyordu. Denizin dalgası gibi bir su kütlesi, onun üstüne doğru geliyordu. Kollarını iki yana açtı. O su kütlesini kucaklayıp, avuç dolusu içmek istedi ama elleri havada asılı kaldı. Kan ter içindeki gözlerini açtı. Biraz daha dikkatle ön tarafına baktı, su değildi. Çocukları da yok olmuşlar, ortalarda görünmüyorlardı. Gördüğü seraptı, aldandığını, gördüğü hayali, su sanıp o suya doğru gittiğini anladı.

      Güneşin yakıp kavurduğu kuşotları ayakları altında hışırdıyor, tabanları göyünüyor, ayakları zonkluyordu. Ayakları, ayakkabılarının içinde alev alıp yanıyordu. Mutlaka su toplamıştı parmakları, yolun sonu ise görünmüyordu. Çevresine bakınıyor, göçü sabahleyin katarladıkları, yıllardan beri kışladıkları, kendilerine yurt bildikleri obaya ne kadar mesafe kaldığını kestiremiyordu. Burada dere, tepe yoktu… Dere, tepe, kaya, meşe ocağı türlü işaretler; bir haftadır hazırlık görüp, bu gün sabah erkenden yola düştükleri dağlardaydı. “Burası Muğan dedikleri yer, burası Acıdüz”? diye geçiriyordu içinden.

      Evet, gerçekten de acı bir düz idi. Güzel isim koymuşlardı bu araziye. Obada unuttuğu, geçen güzden beri tel tel, kelep kelep topladığı, özenle sarıp bağlayıp harala koyduğu, yıkayıp temizleme işini de özellikle yaylaya sakladığı bir haral yün içindi bunca çile. “İnşallah yerinde duruyor,” diye geçirdi içinden Allah’a yalvarıyor, bu öğle vaktinde, güneş tepesini dövse de umutla yol alıyor, aceleyle obaya doğru gidiyordu.

      İçini gam, keder bürüdü, kaygılarından uzaklaşmak için türkü söylemek istedi. Yok, dili, damağı, güneşin kızgın diliyle yaladığı sahra gibi kuruydu, kupkuru… Sesi çıkmıyordu. Dertlerini diliyle dişi arasında, dudakaltından mırıldandı:

      Nerden geldi bilmediğim,

      Gam suyuna dökülmüşüm.

      Sarıp içimi,dışımı

      Keder olup bükülmüşüm.

      Biraz daha ilerledi. Gerçekten de bükülmüştü, uzun, servi kameti eğilip kısalmıştı. Yakıcı sıcaklık takatini kesiyordu. Gözlerinin içi tutuşup yanıyordu. İçine bir keder doldu o an, yine dudaklarına hazin fısıltılar kondu:

      Kaygı baştan basıp 5 beni,

      Sevinç hoftan 6 asıp beni.

      Çaresiz yolcu gibiyim,

      Kader bensiz yozup 7 beni.

      Gözünün önünden yine bir su dalgası geçti. Dudağı ıslandı. Diliyle dudağını yalamak istedi, diline tuz tadı geldi. Yanağından aşağı süzülen tuzlu su, toza toprağa karışan teriydi.

      Bedeni, bin yerinden sızlasa da hayali onu alıp yaylaya, bu yıl konacakları, çadırlarını kuracakları “Cam Bulağı”na götürdü. Sanki yüzüne, dağ başından esen hafif bir yayla meltemi dokunuyordu. Birden kendini toparladı. Etrafına bir göz gezdirip baktı. Yok, henüz o uçsuz bucaksız düzlükte, çölde idi. İyice tepeye dikilen güneş, adeta kafasını deşiyor, beynini eritiyordu.

      Kurudere’ye ulaşmıştı. Buralarda, yerden biraz yükselen, başını indirip saçakları ile toprağı tarayan şahsöğüt çalıları göze çarpıyordu. Elbette bunlar da bu arkın su ile dolu olduğu zamanların yadigarıdır, diye düşündü. Sıcaktan boğuluyordu. Başındaki şalı açıp elinde silkeledi, sonra da başına örtüp çenesinin altından, boğazından çarpaz bağladı. Birden, kulaklarının sağırlaştığını, hiçbir şeyi duymadığını sandı, yağlığını bir daha açıp başından sıyırdı. Yazmasını kulaklarından yan tarafa doğru çekti, kulaklarını dışarıda tuttu ki, hem yel değsin, hem de işitebilsin. Rüzgardan iz, nişan yoktu, muğan rüzgarının esmesine de hayli vardı. Şimdi öğle zamanıydı. Sıcak rüzgar ise öğleden sonra çıkacaktı. Çöldeki şahsöğütlere dikkatle bakmaya başladı. Baktı ve meşe, çam, çınar ağaçlarını hatırladı. Bir küçük dalı ile nerdeyse bir günlük mesafeye gölge salan ulu çınar dallarını düşündü. Savaşta yitkin düşen, yüzünü dahi görmediği babasının evinde yaşadığı yıllarda, ekin biçerken, başak toplarken bir kırık meşe dalının gölgesinde o kadar zaman geçirmişti ki…

      Gözü alabildiğince ileri bakıyordu, önündeki ise şahsöğüt çalısı idi yani tuzlu toprağı kucaklamış sahranın yeşilli gelini… Düşünüyordu: “Ben zavallı, ucu bucağı görünmeyen bu susuz çöllere, kuru sahraya kara günlü oluşumdan düştüm. Acaba şahsöğüdün ne derdi vardı ki, böyle sahraya düşmüş? Bu yeşil dalı beğenip seçmiş, kendi adına yakıştırıp, “şahsöğüt” demiş?” Burnuna, ocakta yanan şahsöğüdün hoş kokusu geldi sanki. Yok, güneşin sıcaklığı, harareti idi, söğüdü yakan.

      Güçlükle de olsa adımlarını atıp yürüyordu. İlerledikçe biraz önde ağ kangal ve deve dikenlerinin kurumuş gövdeleri görünmeye başladı. Buralar önceki yıllar kondukları kışlaklardan biri olmalıydı. Bu bitkiler, buralar kışlak olarak kullanıldığı için burada bitmişti.

      Birden bir hırıltı duydu. Kurumuş ağ kangal dallarının arasında bir şey kıpırdadı. Gözlerini güçlükle de olsa birazcık geniş açıp dikkatle bakmaya başladı. Yanılmamıştı, hareket eden kuru kangal dalları arasından gelen o sesi çıkaran bir yılandı. Korkmuş, korkudan taş kesilmişti. Sıcaklığın hararetinden adeta pişen, başına gelenlerden ve yıllar boyu çektiklerinden dolayı yorgun düşen yüreği, delice çarpıyor, yerinden kopmak istiyordu. Yılana doğru gitmesi mümkün değildi, Allah’a yalvarıyordu, içinden kopup çıkmak isteyen yüreği, bir anda coşan beyni ile “Allah’ım yılan bana doğru gelmesin,” diye yalvarıyordu.

      Bu