kadını palaz ile yerden kaldırmış yayık gibi sallıyorlardı. Çolak Balahanım’ın sürekli: “Zorla Gevher, zorla!” demesinden, Abosat’ın etleri didikleniyor, vücudunu soğuk terler basıyordu. Nereye gidecekti, kime başvuracaktı? Bilmiyordu. Oradan uzaklaşmaya da içi elvermiyordu. Sevimli oğlu Yakup’un anasından, hayat yoldaşı olan ve ona ikinci evladını bahşetmek isteyen karısından uzaklaşamıyordu. Arada bir, birileri ile yüksek sesle konuşuyor, öksürüyor, bir şekilde, yakınlarda olduğunu karısına bildirmek istiyordu. Yardıma gelen bu kadar “ak pürçekli”nin içinde, edebsizlik edip de ne Gevher onu çağırarak: “Abosat yardım et, ölüyorum,” diyebiliyordu, ne de Abosat sevgili karısına: “Karıcığım, buradayım, yanındayım, dayan, her şey daha güzel olacak,” deyip teselli, verebiliyordu. Gevher’in durumu, zaman geçtikçe daha kötüye gidiyordu.
Gelininin çektiği azaplardan dolayı evin içinde kendisine yer bulamayan Abosat’ın anası Gülzar, birdenbire Çolak Balahanım’a patladı:
“Ay avrat! İki gündür bizi güvendirip bu evin damına kadar asıp salladın, dolandırdın bizi. Bize yaptırmadığın kalmadı, ne dediysen yaptık! Çocuk debeleniyor, hiç korkmayın, bir şey olmaz, diye diye, bizi iki gündür beklettin. Gelinim elden gidiyor ama sen başka birinin gelip bu işe el atmasının da istemiyorsun. Artık çocuktan geçtim, gelinime bir iş olursa, seni bu köyden göçüreceğim!” diyerek Balahanım’ı tehdit etti, sonra da: “Abosat, nerdesin, gelinim, torunum elden gidiyor oğlum, sür atını Gökbulak’a, yerde mi, gökte mi, neredeyse bul! Balanaz’ı al getir, yetiştir buraya, durma oğlum, haydi, davran,” diye oğluna seslendi.
Anasının bu ani kükreyişinden, Abosat’ın dizleri titremişti. Ağzında dili kurumuştu. Bir kelime dahi etmeden tavlanın önünde duran, direğe bağlı olan ata doğru koştu. Nerdeyse, atı yedeğinde çekerken eğerini vurup aceleyle sıçrayıp ata binerek Gökbulak’a doğru dörtnala sürdü.
…Balanaz çocuklara akşam yemeğini verip sofrayı topladı. Küçük kızı Kifayet tarakla yün elçimliyor, diğer kızlar da ona yardım ediyorlardı. Damın altındaki küçük odanın açık penceresinden, yaklaşmakta olan sonbaharın serin rüzgarı içeri vuruyor, odaya hoş bir koku getiriyordu. Bahçeden gelen telaşlı ve gür ses, birbirleri ile fısıldaşarak konuşan, gülüşen kızların sesini böldü:
“Balanaz hala! Evde misiniz?”
Balanaz, hemen kapıya yönelip dışarı çıktı. Kızlar da pencerenin önüne dizilmiş, sesin geldiği karanlık bahçeye bakıyor, gelenin kim olduğunu öğrenmek için birbirlerini iteliyorlardı. Balanaz attan inip gölge gibi görünen adamı, o karanlıkta tanıdı. Gelen atlı daha ağzını açıp bir kelime dahi etmeden:
“Abosat, sen misin? Hayrola, ne oldu, gecenin bu vaktinde seni hangi rüzgar attı buraya?” diye heyecanla sorup haber aldı. Abosat titrek, heyecanlı aceleci bir sesle:
“Hayırlı akşamlar Balanaz hala,” dedi, “Gevher hastalandı, İki gün, iki geceden beri…” Abosat utandı, sözünü tamamlayamadı, sonra devam etti: “Anam, beni buraya yolladı, Balanaz halan tez yetişsin, dedi…”
Balanaz:
“He, demek vaziyet çetin, olsun… İçeri geçseydin…” Balanaz bunu dedikten sonra Abosat’ın cevabını beklemeden ekledi: “Bekle, torbamı alayım, şimdi geliyorum. Sen de atı döndür,” diyerek, eve geçti. Böyle durumlarda gerekli olan eşyalarını hazır durumda sakladığı pamuktan dokunmuş büyükçe torbasını yokladı. Raftan aldığı bir iki şeyi daha torbaya attı. Kızı Kifayet’e: “Ben gelinceye kadar korkmazsınız değil mi?” dedi, “Uzak bir köye gidiyorum, kardeşiniz de nerdeyse gelir. Siz korkmayın,” diye kızların korkup korkmayacağından emin olmak istedi.
Kızlar hep bir ağızdan:
Neden korkacakmışız ki ay ana, senin gönlün rahat olsun, güle güle git,” deyip analarını kapının ağzına kadar savuşturdular.
“Balanaz hala, gel, ata sen bin,” diyen Abosat’a, şimdiye kadar dünyanın binbir halini, sıcağını, soğuğunu görmüş olan bu kadın:
“Atını önden, yolun ağı ile sür, davran, beni geciktirme,” diye talimat verip hızlı adımlarla bahçeden çıktı.
....Onlar gelip Bezirvan’a ulaştığında, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Gevher’in yürek dağlayan feryadı, kadınların telaşlı sesleri, daha onlar bahçeye varmadan, uzaktan da duyuluyordu.
Balanaz, avluya girer girmez, hızla evin basamaklarını çıkıp önüne çıkanları hiç umursamadan Gevher’in yattığı odaya geçti. İki gündür, ortalığı velveleye veren kadınların sesi, bağrışmaları, aniden kesildi.
Abosat sadece: “Balanaz, geldiğin yollara; o yollara basan ayaklarına kurban olayım, yavrum elden gidiyor. Gökte Allah, yerde sen, ne edersen et…” diyen anasının sesini, yakarışlarını işitti.
Çok konuşmayı sevmeyen, el arasında “suskun ebe” diye bilinen Balanaz derhal işe koyuldu…
Kulakları seste olan, içerden dışarı taşan her kelimeye kulak kabartan Abosat, Balanaz’ın: “Zavallı gelini o kadar sağa sola sallayıp çırpmışsınız ki, karnındaki çocuk ters dönmüş… Yerimi daraltmayın, biraz kenara çekilin. En iyisi mi, siz eyvana çıkın! Kızım, sen rahat ol, uzan, düz uzan… Yastığı başının altından alın, düz uzansın,” diye buyurucu bir eda ile verdiği talimatları işitiyordu ve yavaş yavaş heyecanı da geçiyordu. Balanaz’ın: “Çabuk olun, sıcak su getirin,” diye emretmesinden sonra iyice rahatlayan Abosat’ın kulağına biraz sonra bebek sesi de geldi. Çocuk sesi! Bu Yusuf’un, şimdilerde Gülgez’i isteyen Kasım’ın emmisinin sesiydi…”
…Kıztamam sözlerini tamamlayıp gözlerini oğluna dikti:
“Oğlum, Balahan, Abosat da, anası da, daha hayattayken, Balanaz nineni her gördüklerinde: “Gevher’i de, Yusuf’u de bize gökte Allah, yerde sen verdin.” derlerdi. Gevher rahmetli de son günlerine kadar çocuklarına: “Beni size, Yusuf’u da bana bağışlayan önce Allah, sonra Balanaz halanızdır. Bu kadını, onun çocuklarını asla unutmayın,” derdi. Gülgez daha çocukken, Gevher onu ilk gördüğünden beri: “Sen benim Yakup’umun gelini, Kasım’ımın karısı olacaksın,” diye severdi. Senin de çok sevdiğin o; ak pürçekli, göyçek hanım, çocuklarının kulaklarını bu sözlerle doldurmuştu. Onlara güveniyorum. İtibarlı insanlardır. Köye varır varmaz haber göndereceğim. Bizden haber bekliyorlar, gelip Gülgez’i istesinler, kızın sözünü alsınlar…”
Kıztamam, Gülgez ile ilgili sözlerini tamamlayıp ayağa kalktı, odanın bir ucundan bir ucuna gidip gelerek volta attı. Sonra pencerenin önüne geçip bahçeye, oğlunun diktiği fidanlara baktı: “Burada, ovada ağaçlar tez büyüyor, bir iki yıl sonra meyvelerini yersiniz inşallah,” dedi ve arkasını dönüp önceki yerine oturdu. Sırtını karyolanın tahtasına dayayıp geriye yaslandı. Sanki ağrıyan sırtının kemiklerini ezmek, kuluncunu kırıp ağrılarını dindirmek istiyordu. Oğluna doğru döndü:
“Balahan, çay sıcak mı? Bir bardak daha içerim…” dedi.
Balahan: “Evet, çay sıcak ana, hemen doldurayım,” dedi ve anasının bardağına sıcak çay doldurup getirdi.
“Otur, oğlum, otur ve söyleyeceklerimi de iyi dinle. Gülgez’i nişanlayacağız ancak ben seni evlendirmeden, gelinimi evime getirmeden bacın Gülgez’i gelin etmeyeceğim…”
“Niçin ana, Gülgez’i gelin edip daha sonra benim evlenme işimi düşünsek, olmaz mı?”
“Yok, oğlum, olmaz. Ben Gülgez’e çok alıştım, ona bağlandım. Evimde onun yerini tutacak olan gelinimi göremezsem bağrım