Novruz Necefoğlu

Çaresiz Yolcu


Скачать книгу

idi. Bu gün de son ümit yeri olan bu kapıya gelmiş, halini arz etmiş, kaygı ile Cihangir kişinin ne diyeceğini bekliyordu.

      Cihangir kişi Kıztamam’ın söylediklerini sabırla dinledi ve derinden düşündü. Oturduğu yerden kalkıp güneye açılan pencerenin önüne geldi. Bir ucu sarp, yalçın kayalara kadar uzayan geniş düzlük, güneş ışıklarıyla kızıla boyanmıştı. Yaylanın koynunda, iri görkemleri ile etrafa meydan okuyan armut ağaçları meyveye durmuştu. Akşama doğru zirveleri kızarmakta, ufukla kucaklaşmakta olan dağları, hayli seyretti. Esrarengiz bir manzaraydı.

      Bakışları, bir ucu yol ayrımında biten sık ağaçlarla örtülmüş bölgeye ilişip kaldı. Kıztamam’ın söyledikleri onu da uzaklara; hatıralarla dolu gençlik yıllarına götürdü.

      “Delinin biridir, yere, göğe sığmıyor. Yaz gelince bu dağdan o dağa at koşturmakta; kış gelince de diz boyu karda, ayı ile pençeleşmekte, domuz avlamakta… Bir gün ya ayı parçalayacak, ya da domuz… Böylesine kız verilir mi?” diye, bir zamanlar, sevdiği kızı ona da vermek istememişlerdi. Değişik bahanelerle, gönderdikleri eçlileri kaç kez geriye, eli boş döndürmüşlerdi. Sarp dağları, düz ovaya çevirip korkusuzca at koşturan Cihangir de, sevdiği Şahsenem’i, karşıda görünen bu dağlardan daha ilerideki güneyden kuzeye doğru büyük bir araziyi tutan, yiğitleri, cavanları ile övünen Ordugah köyünden kaçırmıştı. Şahsenem terkisinde, iki köy arasında sınır olan, işte o Haça Kaya’daki yol ayrımından, yağız atını uçurumun dibinden sürmüş, yokuş aşağı seyirtip inmiş ve gelip kendi köyüne ulaşmıştı. Sonraları, Şahsenem’in anası ve babası ve diğer Ordugahlılar onu çok sevmişlerdi. Onun adını her yerde iftiharla, gururla anmaktan şeref duyuyorlardı.

      Bu geniş, misafiri hiç eksik olmayan, bağlı bahçeli evde çok mutlu günler geçirmişlerdi. Seve seve büyütüp yetiştirdikleri oğulları, kızları, hepsi bu bahçeden pervazlanıp uçmuşlardı. Önceleri sık sık gelen, bütün yazı onlarla birlikte geçiren torunlarının geliş gidişleri de eskisi gibi değildi artık. Cihangir kişi, karşıdaki heybetli dağlara bir daha baktı. Sadece bu koca dağlar önceki heybeti ile duruyordu; bir de sevgili karısı Şahsenem, şimdilik onunla birlikteydi.

      Galiba pencerenin önünde çok beklemişti. Geriye dönüp divana, önceki yerine oturdu. Odayı bir uçtan bir uca kaplayan halının üstünde, karısı Şahsenem ile birlikte, dizleri üstüne oturup kıpırdamadan bekleyen Kıztamam’a doğru dönerek, yavaş yavaş:

      “Kıztamam, kızım, ben seni iyi tanıyorum,” dedi. “Nasıl cefakar bir kadın olduğunu da biliyorum. Anan Balanaz da çileli, bir kadındı. Bir sürü çoluk çocuğun geçim derdi ile tek başına çok kara günler geçirdi. Allah ona rahmet eylesin. Baban İmanhan’ın da gençliği hatırımdadır. Yiğit adamdı. Biz çocuk idik, o zamanlar, yaşım küçük olsa da, akranlarımdan daha fazla kendimden büyüklerle arkadaşlık ederdim. Onu hâlâ çok iyi hatırlıyorum. Zavallıyı askere alıp cepheye gönderdiler, gitti, bir daha geriye dönmedi. Ne ise, dünyanın inişi de yokuşu da çoktur kızım… Sen hiç merak etme, ben Almurat ile konuşurum. Onlar Memiş’ten yana endişe ediyorlar, bunu, elbette sen de anlamışsındır. Ailenin adı, evinin sahibi Memiş’tir, o da öyle nam salmış, ne yapalım? Dünürü, hısımı Allah kendisi verir, arkadaş değil ki, böyle bir arkadaşı seçtiğin için utanasın,” diye gülümsedi. “Ancak biliyorum, Balahan çok akıllı oğlandır. Onu tanıyanların hepsi de böyle diyor…” dedi, gözlerini ona dikip dikkatle dinleyen Kıztamam’a başı ile karısı Şahsenem’i göstererek: “Bunlar sana haber verirler. Akşam oluyor, karanlığa kalma, sen, geç olmadan git,” diyerek kendisi de yerinden kalktı.

      Kıztamam da ayağa kalkıp: “Cihangir dayı, biz sizi kendimize arka, dayanak biliyoruz. Her zaman dikkatiniz üstümüzde oldu, bana ümit verdiniz, Allah sizden razı olsun,” dedi ve kapıya doğru giden Cihangir kişinin arkasından giderek açık pencereden dışarıya bakıp: “Daha akşama hayli zaman var. Atla geldim. Yavşanlı Yurt işte şurası, birazdan orda olurum, endişe etmeyin,” diyerek vedalaşıp bahçeye çıktı. Hızlı adımlarla atını bağladığı yere doğru yöneldi.

***

      Almurat’ın, çevresi sık ağaçlarla kuşatılmış evinin bahçesine, eğerli, dizginli beş altı at bağlanmıştı. O gün, Almurat’ın evinin büyük odasında kızı Nilüfer’i istemeye gelen elçiler, Almurat ile ateşli bir sohbete başlamışlardı. Almurat, sözün semtini değiştirmek için ne kadar uğraşsa da, Bağır kişi temkinle uzaktan başlayıp, sözü yavaş yavaş asıl meseleye çekiyor, odanın bir tarafında, iki üç kadınla diz dize oturan Kıztamam’ın heyecanı dakikalar ilerledikçe biraz daha artıyordu.

      “Biliyorum, Memiş’ten dolayı tereddüt ediyorsun; ama vallahi de billahi de haksızsın Almurat. Doğrudur, Memiş’in huyu kötüdür, dili de acıdır. Ancak çocukları akıllı, olgun, saygılıdırlar, ay Almurat! Allah Memiş’i de öyle yaratmış, çocuklar ne yapsın? Aslında bu bedbahtın kalbinde, gönlünde kötü bir şey de yoktur. Ne varsa dilindedir. Kasırga gibi eser, savurur, sonra da bir köşeye çekilip çocuk gibi ağlar. Bir de gardaş, hangi evlat ömrünün sonuna kadar anası babası ile kalıyor ki? Balahan Memiş’in büyük oğludur. İyi de bir eğitim aldı. Ova rayonunda işi, maaşı, küçük de olsa sığınacak bir evi var, geçinip giderler… Endişe etme. “He” de bu işe. Kıztamam da iyi kadındır. Biliyorsun ki, el çekmiyor. Bildiğime göre kız ile oğlanın da suyu birbirine akmış, yıldızları barışmış, ver gitsin kızı, a gardaş, dinle bizi,” diye dil döküyordu Bağır kişi.

      Almurat Bağır kişiye:

      “Duydum, a Bağır, öyle diyorlar. Herkes, Balahan çok iyi oğlandır, diyor. Ben ise uzaktan da olsa görmüşüm, tanıyorum oğlanı. Gözüme kötü görünmedi. Kıztamam’ı da, bacılarını da her zaman kendimize yakın bilmişiz. Birbirimizin düğününe cenazesine gidip gelmişiz. Memiş’in Kıztamam’ın başına açtığı oyunları işitince kaç kez gidip onun kemiğini kırayım dedim, öyle geçti içimden. Ama yine de el beni kınar diye çekindim, utandım, vazgeçtim. O zalim oğlunun, o güdül kişinin, çoluk çocuğun sırtında semaver kaynattığını da biliyorum. Böyle bir adamın evine ben nasıl kız vereyim? Göz göre göre kızımı ateşin içine mi atayım? Kıztamam el çekmiyor diyorsunuz. Biliyorum, anadır, onu kınamıyorum,” dedi, sonra kapı ağzında Kıztamamla birlikte oturan karısı Zümrüt’ü göstererek:“Bizim avrat uşağa da kırılmayın Allah aşkına. Kıztamam da yapıştım, bırakmam diyor, bizi zora koşuyor. Cihangir dayının yanına da gitmiş. O kişi de beni çağırıp tavsiyelerde bulundu. Dağ gibi Cihangir kişinin sözünün üstüne de söz söylemek olmaz. Şaşırıp kalmışım vallahi. Rica ediyorum, çaylarınızı için a gardaşlar, soğuttunuz çayları…”

      Bağır kişi:

      “Biz çaylarımızı, gelin kızımızın getirdiği şirinlik ile içeceğiz. Öyle, boş boşuna sofraya el uzatan değiliz. Bunu sen de bilirsin,” diye hafiften sitem etti, gülümseyerek Almurat’a, odada oturanlara göz gezdirip: “Diyorsun ki, Cihangir kişi de gelip yüz suyu döktü, bundan öteye yol var mı? Biz de Cihangir kişi seninle konuştuktan sonra bu kapıya söz kesmeye gelmişiz. “He” de! İnşallah her şey güzel olur, tereddüt etme,” diyerek ısrarla bastırıyordu.

      Otağın baş tarafında sessizce deminden beri konuşulanları dikkatle dinleyen Almurat’ın büyük gardaşı Tağı, ceketinin yan cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara alarak yaktı. Bir nefes çekip sigarasının külünü önündeki kültablasına çırptı. Başını kaldırıp oturanlara göz gezdirdikten sonra temkinle, hem de kararlı bir şekilde gardaşına dönerek:

      “Almurat, adamları kırma, kızı ver gitsin” deyip sigarasını çekmeye devam etti.

      Almurat:

      “Sen