Muhittin Gümüş

Halis Öğretmen


Скачать книгу

Karıma mektup yazmam gerekiyor ama onu şöyle özel bir yerde yazsak olmaz mı birader? Onun yazdıklarını ben okuyorum ama içimdekileri senin kadar güzel yazamıyorum…” diyeceklerini ve onların derdini tasasını anlatırken iyice başının şiştiği anları hatırladı. Bir an dönüp konteynerdeki yatağına yatıp uyumayı düşündü. Vicdanının sesi onun böyle bir şey yapmasına engel oldu. İşçi kentinin kenarındaki kocaman meydana girdiği anda kalemi kâğıdı eline alan Halis’e doğru koşuyordu. Yemeği kendileri ısmarlayacak olsalar da kime öncelik vereceğine karar vermesi imkânsızdı. Genellikle bu durumlarda kura çekip önce kimin masasına oturacağını, sonra da kimin mektubunu yazacağını tespit ediyordu. Bu defa Kayserili Hamit’in masasına oturmuştu. Bir iki saatlik zaman içinde herkesin sülalesinin adlarını öğrenmişti âdeta. Yozgatlı Hurşit ise “Anamdan babamdan başkasına selam kelam yok! … Ben çok iyiyim. Selam eder ellerinizden hasretle öperim. Baki selamlar…” yazsan yeter Halis’im” diyordu. Bazıları köyündeki danayı, ineği, yayladaki koyunu, keçiyi, aşağı mahalledeki yaşlı dedeyi, koca nineyi bile merak ettiğinden mektup sayfalarında yer kalmazdı. Yemekten kalkarken Kayserili Hamit “Herkesin hesabını ben ödeyeceğim!” dese de cüzdandan hesap kadar para çıkmaz her zamanki gibi. Bu duruma masadakiler kahkahayı basarlar… Yine çamura yattın! Hesabı bize ödettin Hamit… Maaş günü tamamını senden almanın yolunu bulacağız dediklerinde Halis, “Bir Kayseriliden bu hesabı ancak başka bir Kayserili alabilir!” diyerek cevap verdi.

      Günler, haftalar, aylar birbirini kovalarken Almanya’ya geldiğinin on sekizinci ayında 40 günlük izin kullanma hakkına sahip olmuştu. 1 ağustostan 9 eylüle kadar Türkiye’de geçecek zaman içinde biriktirdiği para ile bir ev ocak sahibi olmak mümkün değildi. Aile efradına, dost akrabaya alınacak hediyelerden sonra dönüşte eşini ve çocuklarını Almanya’ya getirmeyi düşünüyordu. Uçak parası, Almanya’da kalacağı evin kirası derken pek de kolay olmayacaktı bu seyahat. Tatil için Steiger Debus Hoffmann’la vedalaşırken “Diplomayı getireceğim ve öğretmenlik mesleğine dönmek için her şeyi yapacağım. Merak etmeyin!” dedi.

      Yola çıktığında Yavuz’la Ahmet’in babasız geçen bir buçuk yılı sona ereceği için mutluydu. Bu arada unutamadığı Kumluköy’deki öğrencileri, muhtarı ve köylüleri de hiç unutmamıştı. En çok da Uzun Ağa’nın palavralarına kimsenin asla inanmamasını söylemek için onları da ziyaret etmek arzusundaydı. Uçağın İstanbul Yeşilköy Havaalanına inmesiyle birlikte bütün yorgunluğunu unutmuş gibiydi. Topkapı Otobüs terminalinden Turhal’a doğru yol alan otobüste kendisi dışında birçok gurbetçinin olduğunu gördü. Yanındaki yol arkadaşı da onlardan biriydi. Sohbet ederek geçen sürede Almanya’daki işçilerin hepsinin dertlerinin de mutluluklarının da ortak olduğunu anlamıştı Halis. Öğretmenliği bırakıp gittiğini söyleyince çok şaşkın bir hâlde tepki veren Veysel de komşu köyde çobanlıktan kurtulmak için gittiğini, aynı evde beş kardeş geçinemedikleri için gurbete çıktığını uzun uzun anlattı.

      Turhal’a geldiklerinde vakit öğleye doğru, sımsıcak bir Ağustos günüydü. Otobüsten indiğinde babası Tayyar amca, kardeşleri Selim ve Fatih ile Fatoş vardı. Onlarla kucaklaştıktan sonra Halis Hocanın gözleri oğulları Yavuz ve Ahmet’i de arıyordu. Bagajdan valizleri alırken “Baba!” diye seslenen Yavuz’un bir daha babasının kucağından inmeyeceği anlaşılıyordu. Evleri garajdan uzak değildi. İki kocaman valizi Fatih’le Selim taşırlarken Fatoş da abisinin kendisine getireceği hediyeleri merak ediyordu. Eve kadar babası Tayyar amca gözyaşlarını tutamıyor. “İyi ki geldin oğlum… senin yokluğun pek zor geldi bana evladım!” diyordu.

      Evde bayram havası vardı. Özellikle küçük çocuklara gelen oyuncaklar, Fatoş ve Hüseyin’e alınan kıyafetler ile Fatih ve Selim’in takım elbiseleri eve şenlik kazandırmıştı. Hepsinin okul kıyafeti hazırdı adeta. Hazırlanan sofrada Halis Hocanın sevdiği yemekler ve yedi kat döşenmiş tere yağıyla pişirilmiş sini böreği mis gibi sofrayı doldurmuştu. Bir taraftan yemek yerken diğer yandan da hasret kaldığı kalabalık aile manzarasını seyrediyordu. Küçük oğlu Ahmet kucağından, Yavuz ise yanından ayrılmıyor, eşi Medine yenge ise ilk defa bu kadar yüzü gülüyordu. Cici anne Şerife Hanım ise evin bütün idaresini elinde tuttuğunu hissettirircesine sofrada kime ne gerekliyse veriyordu.

      Baba Tayyar amca oğlunun tekrar öğretmenliğe dönebileceğini, ancak Almanya’da görevli olacağını öğrenince daha da keyiflenmişti. Hoş geldin demeye gelenlerle sohbet ediyor, bu durumun birkaç gün devam edeceğini Kumluköy’den tecrübe edinmişti. Dünyaya gelip çocukluk yıllarının bir kısmını yaşadığı Yuvaköy’den de “Bizim Halis gelmiş… Hoş geldin demezsek ayıp olur…” diye düşünüp ziyaret edecek insanlar olabileceğini biliyordu. Bu arada o günlerde ikizi Emine’nin Melahat ve Meltem adlı kızlarından sonra Nebahat adında üçüncü kızının dünyaya geldiğini öğrenince ayrı bir mutluluk duymuştu.

      Halis’i ziyarete gelenler arasında Halit amcası da vardı. Son derece şakacı ve nüktedan olan bu amcasının her sözüne çocukluğundan beri ihtiyatla mukabelede bulunmasının gerektiğini unutmamıştı. Halit amcasının oğlu Cemal de Almanya’da maden işçisiydi. Turhal’daki antimon madeninden Almanya’ya kömür madenine gitmişti. Aralarında geçen sohbette:

      – Bizim Cemal’i de görmüşsündür Halis.

      – Görmedim emmi… Uzak yerlerdeyiz. Çok farklı yerlerdeyiz.

      – Kömür madeninden çıkan kimse birbirini zaten tanımaz ki… Kafada baret, yüzde kömür tozu… Kim kimi tanır ki?

      – Haklısın ama biz çok uzak bölgelerdeyiz. İnşallah bundan sonraki yıllarda bütün akrabalar olarak bir araya geliriz.

      – Dünyanın neresinde olursanız olun, bir ve beraber olun. Siz kardeş sayılırsınız. Baban Tayyar benim rahmetli Ahmet ağabeyimin oğlu… yeğenim olsa da sadece üç dört yaş büyüğüm ondan. Beraber büyüdük ama nasıl büyüdük… Yokluk yıllarında elimizdeki yarım ekmeği değil, yarım lokmayı bile paylaşırdık biz.

      – Ah be emmi! Senin bana bir şaka yapıp tongaya bastıracağını bekledim hep. İlk kez bana şaka da yapmadın, fıkra da anlatmadın. Şaşırttın beni vallahi…

      – Senin okuyup öğretmen olduğuna çok sevinmiştim ya… Şimdi maden işçisi olmana gönlüm hiç razı olmadı. Sen bir yolunu bulur, o sevdiğin mesleğe dönersin. Aklıma gelmişken söyleyeyim evladım; koca reis Raif Bey de yaşlandı, seni bekler mutlaka… Sakın ola ki Almanya’da işçiyim demeyesin; çok üzülür. İlkokula kayıt ettirirken Raif Yazgan Bey seni okul bahçesinde uzaktan seyreder, duygulanır ve ağlarmış. Arada bir babanla ziyaret ederdim de duygulanır, gözü yaşlı senden bahsederdi. Pek yaşlı olsa da eli ayağı tutuyor, hafızası yerinde maşallah…

      – Tabii ki ziyaret ederim Halit emmi… O benim ikinci babamdır. Hayatta en çok şükran ve minnet duyduğum insanların başında yer alır Raif Baba. Çocukluğumda anamın vefatından sonra bana sıcak çorba içiren bütün akrabalarıma vefa borcum var. Üzerimde hakkı olan herkese vefalı davranmak boynumuzun borcudur. Öğretmenliğe birkaç yıl içinde döneceğim. Buradan diplomamı ve öğretmenlik belgelerimi götüreceğim.

      – Çocuklarını da götürecek misin?

      – Evet… Babam müsaade ederse götüreceğim.

      – Tayyar müsaade eder… Torunlarını çok sevse de aile birliği bozulmamalı… Benim Cemal de Fadime’yle kızları götürecek.

      – Hüseyin’i bırakacak mı?

      – Burada okusun diye istiyorum. Ben de köyden Turhal’a yerleşirim. Nazım’a bırakırım işlerini.

      – Babam da Yavuz’u vermem, Ahmet’i al da