düğününden hemen sonra şehre taşınırız!”
“Gitmeyeceğiz hatun!”
“Hayır, o zaman siz kalın, ben gideyim!” Kadıncağız bıçağı sofraya vurarak hamur kesmeye başladı.
Uyumlu bir karı koca arasında ilk kez yaşanan bu anlaşmazlık Reyhangül’ü ne kadar üzmüşse, Ziyavdun’u da o kadar üzdü. O hiçbir zaman kimseyle çekişmeyen, kimseye kolay kolay kızmayan, hoşgörülü bir insan idi. Bugün ilk defa eşine kızarak dikkatlice baktı. Eşinin bir tane örgü saçı önüne düşmüş, göz kenarlarını derin kırışıklar kaplamış, iki yanağı çukura kaçmış, boynunda da derin çizgiler oluşmuştu. Gerdek gecesi, o zengin ailenin on beş yaşındaki bu kızına dikkat ve sevgiyle bakmıştı. O zamanki Reyhangül on dört günlük ay idi, her yerinden hararet taşıyor, insanın vücudunu yakıyordu. Şimdi bu ay sima, loş bulutlarla örtülmüş, yıllar onu soğutmuştu. O şimdi kış gecesi duman arasında kalan ışıksız aya dönüşmüştü. Ziyavdun, eşinin başkaldırabileceğini bugün gördü. Sözünü dinlesem diye düşündü. Fakat o zaman Muhtar Bay onu, eşinin tavrına göre iş yapan bir adam olarak görecekti. Muhtar Bay konuştu mu bütün mahalle onun sözünü tekrarlıyordu. O zaman Ziyavdun’un ne itibarı kalırdı? Kim ona saygı gösterirdi? Ya eşinin sözünü dinlemezse? O halde sevinçleri kökünden kopmuş bitkiye benzemez mi? Hayatının ona nasip olacak mutluluğu kaybolup, yaşamının huzuru kaçmaz mı?
Binek arabasını nereye çekmek gerekirdi? Bir yana bakarsa uçurum, bir yana bakarsa dik bir dağ… Ziyavdun taraçada oturup kafasını kaşımaya başladı. Küçücük kızı emekleyerek gelip onun dizine tırmandı. İki oğlu bir horoz için birbirleriyle boğuşarak bağrışıyordu. Küçük oğlu kısa iple bağlanmış buzağıya çubukla vuruyordu. Eşinin kaşı çatılınca evin her yeri üzüntüyle doldu. Eşi, çini gibi çınlayıp gülseydi her yere ışık saçılıp, avlunun içi mutlulukla dolmuş olurdu.
“Muhtar Bay abi oğlumuzun sünnet düğünü için yine iki kuzu verdi.” dedi, eşini sevindirmek için.
“Bu yüzden ağabeyinizin sözüne uymuşsunuz değil mi?” Reyhangül daha da sinirlenerek:
“Dedim ya, siz ağabeyinizin yanında kışlayın, ben oğlumun yanına gideceğim. Arabayı bana verin, kömürcülük yapabilirim, kar taşıyabilirim. Bera ile Dera’yı yanımda götürürsem hiç zorluk çekmem.”
Reyhangül kuru ot getirmek için bahçe kapısına doğru yürüdü. Ziyavdun gam dağı altında, ne yapacağını bilemeden başını okşayarak oturdu:
“Of!” dedi sıkıntıyla; “Ne yapayım şimdi?”
Hasat zamanı başladı. Bu günlerde köy sokaklarında buzağıdan başka canlı gözükmüyordu. Kadınlar sukabaklarını sütlü çay, kıl heybesinin iki tarafını çay, ekmek, tabaklarla doldurup, yalın ayaklarıyla sıcak yere basarak tarlaya koşuyordu. Çocuklar da babalarının buğday biçmesine merakla bakıp, başak derleyip, otlayan atlarının yerini değiştirip, bağlam bağlam buğdayları taşıyarak tarlada yürüyorlardı. Bu vakitlerde mahalledeki horozlar sessizliği övüyormuş gibi ardı ardına ötüyor, kavak ağacının dallarını eğerek konmuş kargalar sanki koro halinde şarkı söylüyormuş gibi öterek mevsim güzelliğine renk katıyordu. Sonbahar mevsimindeki bolluk, bereket işte böyle oluşmuş ve yirmi dokuz aile iki gruba bölünmüştü.
Onlar birbirine yardım ederek düzenli biçimde buğday biçiyorlardı. Bir ho ekin için üç kişi çalışsa, Ziyavdun’un ekini için 15 kişinin çalışması gerek, bahçesini katarsa yirmi kişi çalışır. Demek ki, ürünlerini toplamak için Ziyavdun’un kendisiyle beraber çalışanlar için yirmi gün ekin biçmesi gerekirdi. Ama o, bu orağıyla iki-üç kişinin işini yapardı. İşte, onun biçtiği buğday en çok, başakları da büyük, orak sokmaları çabuk ve temizdi. Ekin biçerken açtığı alan yanındaki iki kişinin alanından büyüktü. Bacaklarını gererek, sağ elindeki keskin orağın yanına sol el parmaklarındaki kılıfı dokundurarak ekin biçtiği anda herkes ondan zevk duyardı. Dört kişinin biçtiği buğdayı bağlarsa bir kişinin emek hakkını kazanabilen emekçi bile Ziyavdun gibi iki çiftçinin biçtiği buğdayı zorlukla bağlayabilirdi. Çünkü Ziyavdun’un biçip bıraktığı üç deste buğday bir bağlam geliyordu! Yeryüzü aydınlandığı andan itibaren tarlaya gidip kahvaltıya kadar bir alan buğdayı biçip bitiren bu gençler seçkin biçicilerden oluşmuştu. Onlar öğleden, gün batıya doğru kaymaya başlayıncaya kadar bahçe gölgesinde biraz uyuduktan sonra buğday biçmeye başlarsa, ikindiden sonra azıcık dinlenip çay içip yine tarlaya gidiyordu. Akşama doğru tarla şarkısı başlıyor, bu vakitte iş biraz yavaşlıyor, şarkılar zirveye ulaşıyordu. “Altınım” şarkısını Ziyavdun gibi maharetle, güzel söyleyen kimse yoktu. Ziyavdun ‘un ikinci oğlu, şimdiden on bir yaşını dolduran Bera, babasının arkasından buğdayları bağlam ederek şöyle düşünüyordu: “Babamla ikimiz iki kişilik emek gücü veriyoruz. Yarından sonraki gün bizim buğdayı biçeceğiz. İki günde biçilip bağlanır. Bu grubun buğday biçmesi tamamlanıncaya kadar bizim yine on iki kişilik emek gücümüz artacak. Bu on iki emek gücüne karşılık birisinin üç ho buğdayını kiralarsam, bir ho tarlaya bir ho buğday verecek. Üç ho buğdayı satarsam üç yüz bin akça, hayır, üç yüz on beş bin akça olur. Bu parayla bir çizme, pantolon, şapka alabilirim. Kalan akçayı ağabeyime versem sevinip omzuma vurarak “Becerikli sungursun” diyecek. Onun güzel hayali öylece sona erdi.
Birden babasının sesini duyunca kendine geldi.
“Bera, oğlum! Atın yerini değiştir. Bak! Ot yemeden sineklenip duruyor.”
Bera kuşağını belinden çıkartıp yere bıraktı ve babasının biçtiği buğdayları kuşak üzerine iki yığın olarak koydu. Sonra deri dizlik takılı sağ diziyle buğdayı sıkıştırıp sıkıca bağladı, onun bağlık tutan elleri oldukça çevik idi. Babasına bakıp güldükten sonra:
“Ata su verip, otlak yerini değiştirdikten sonra yüzmek istiyorum. Buğday yığınları çoğalırsa bana yardım edip bağlayacaksın değil mi?”
“Hadi git, çabuk gel sungur!” dedi Ziyavdun. O yine yanındaki çiftçiye oğlunu övmeye başladı:
“Çok çalışkan bu çocuk, durmadan çalışıyor!”
“Sana benziyor. Bak, onun şarkısına!”
Çocuk ince sesiyle şarkı söyleyip boz atına binip ırmağa doğru gidiyordu.
Sonbaharın bu günleri çiftçiler için oldukça güzel idi fakat Muhtar Bay için bu sonbahar hoşnutsuzlukla başladı. Reyhangül tarafından azarlandıktan sonra gitgide keyifsizlendi, eli yetmez dal olduğu gerçeği onun gururunu yere vurdu. Dediğini yaptıran, ne isterse o olan bir zengin için bayağı bir kadının “Defol yabandomuzu!” demesi bin sopa, yüz tokattan daha kötü, yüzüne pis su saçmaktan daha aşağılayıcıydı. Ama bu namuslu hareket, Reyhan isimli bu kadını ona esrarengiz bir kadın olarak tanıttı. Kafasını karıştırdı, hayalinde onunla kavga etti:
“Seni kancık! Nazlanıyorsun!”
“Hayır, senden nefret ediyorum.”
“Eninde sonunda beni kabul edeceksin.”
“Hayır, kafanı kırarım.”
“Bana yalvaracaksın!”
“Hayır! Sen yalvaracaksın. Hoş yalvarsan da benim için bir şey değişmeyecek.”
Muhtar Bay birden altı çocuğunun annesi olan eşi ve torunlarına dil uzatan, hizmetkârlarını azarlayan, gitgide suskunlaşıp Ziyavdun ‘un evinin etrafını dolaşan, Reyhangül’ü görünce kalbi hızla atan bir adam oluverdi. Çocukken babası ile bir