dedi alaca sakallı, zayıf bir ihtiyar onun nabzını yoklayıp avucuna uzaktan bakarak ve çizgileri sayıp bir şeyler fısıldayarak.
“Ne demek bu?”
“Âşık olmuşsunuz!”
“Ne?”
“Aşk!” dedi ihtiyar ona bağırıp:
“Birisine âşık olmuşsun beyim.”
“Ne yapacağım şimdi?”
“Hanımefendi sizi beğenmiyor.”
“….”
“Güzel kumaş, güzel söz, tatlılar ve tatlı söz!”
“….”
“O zaman aşk ateşi yakar da kül olursunuz.”
“Bu yaşta aşk olur mu?”
“Sevdayı Mevla verir beyim. Lokman hekim doksan yaşında yirmi yaşındaki hastasına âşık olmuş ve kendi yaşından yirmi yaşını kıza armağan etmiş.”
“Ya Rabbi, uğursuz bir şeymiş bu aşk denilen şey!”
“Hayır beyim! Dayanmanız gerek. Buz kesilmiş gönlü, insafla eritmek mümkündür. Soğuk söz, soğuk yüz hararetli bir gönlü bile buz gibi yapar. Sizin tabiatınız soğuk!”
“Yeter be Kaşgarlı!” Muhtar Bay falcının önüne bir avuç akça bıraktı ve kendinin bütün sırrını sofraya ceviz dökmüş gibi döken ihtiyara kızdı. Kendi kendine söylenerek evinin yolunu tuttu.
“Ben niye bu kara hatuna aşk olacakmışım ki? Âşık falan değilim ben.”
O, Ziyavdun ‘un evine her gün bir bahane bulup gitmeye, her türlü işleri yaptırıp yaşamlarına ilgi göstermeye başladı. Ziyavdun bunları kendine gösterilen kardeşlik sevgisi diye düşünüp seviniyordu. Reyhan ise bu adamın niyetini kötü bulup yanından sürekli uzaklaşıyor başka işlerle uğraşıyordu. Sebzeliğine girip biber, domates, soğanlarıyla uğraşıyordu. Bay ise avluda sakal bıyıklarına çeki düzen verilmiş, yamuk yakalı beyaz gömleğinin peşi dizine sarkmış halde büyük göbeğini gösterip sofadan avluya, korkuluktan bahçe kapısına kadar yürüyerek durmadan konuşuyordu:
“Senin oğlum benim oğlumdur. Olsun! Üçünü de okut, masraflarını ben öderim. Hele on yirmi koyun, bir araba buğday gider, olsun, buna ne dersin Reyhangül?”
“Sağol Muhtar ağa!”
“Hey Reyhan, yoğurt getir, ağabeyim yoğurdu sever!” Reyhan hiçbir şey demeden kocasının emrini yerine getiriyordu.
“Hepimiz kardeşiz, Gazi Bay, Hidilşah Bay, Nedirşah Bay… Hepsi Tarancı ve hepsi burada kök salan insanların neslinden…”
Bugün Reyhangül inek sağıp avluyu temizleyip tezek yayıp duvara gübre yapıştırıp sonra süt savurup kazana bakarak durduğunda Muhtar Bay bağıra bağıra avluya girdi:
“Hey Reyhangül, yoğurdunu çok beğendim, bir kâse versene!”
“Hepsini süzme ettim, yenisi henüz olmadı.”
“O zaman süzmenden getir!”
Reyhangül, bir kâse süzme sundu. Bay, kâseyi değil onun elini tuttu. Reyhan elini hemen çekince kâse yere düşüp kırıldı.
“Sana bu kırılanın yerine porselen kâse vereceğim.” dedi Bay, kâse kırıntılarını toplamakta olan Reyhangül’ün omzuna dokunarak. İçini mutluluk kapladı. Reyhangül, oturduğu yerden hızla kalkıp eve doğru yürüdü. Uyumakta olan oğlunu uyandırıp:
“Hadi kuzum, kısmak15 vereceğim. Çayını iç, tarlaya gidiyoruz.” dedi.
“Yorga biner misin?” dedi Bay, evden çıkıp gerilmekte olan sevimli oğlanın çenesini okşayarak:
“Gözlerin anneninki gibi güzel. Aman kaşına, kirpiklerine bak! Tıpatıp benziyor. Büyüyünce sana kızlar âşık olacak.”
O, “aşk” kelimesini yüksek sesle söyledi. Çocuk:
“Aşk ne demek anne?”
“Kötü bir söz yavrum.”
“Bay dedem kötü söz söyler mi?”
“Söylüyormuş işte!” dedi Reyhan, bahçe tarafına telaşla yürüyerek:
“Aman Allah’ım, sebzeliğe kargalar konmuş! Hişt!”
“Ben kavak ağacına çıkıp kargaların yuvasını bozacağım, yumurtasını kıracağım, yavrularını yere atacağım!” dedi çocuk.
“Bozarsan onlar yine yuva yapacak kuzum!”
Derken evden bir küçücük kız ağlayarak, sendeleyerek çıktı. Bay bu çocukları annesinden yana olmuş, kendisinden hoşlanmamışlar gibi hissetti. Bayın oğlu onu buraya kadar aramamış, Abduömer Bey’in habercisi geldi dememiş olsaydı, bu avluda ne zamana kadar kalıp neler diyecekti ki? Reyhangül en son ağır bir yükü kaldırıp çocuklarını öpmeye başladı:
“Ziyek Cinci’nin yavruları olun, çayınızı için, tarlaya gidip çatı altında meyve kurutacağız, tatlı kavun yiyeceksiniz, dönerken iki bağlam pelin otu koparırız.” dedi. Çocuklar hemen günün huzurunu arzuladılar.
Reyhangül çocuklarını arkasına takıp kavun tarlasına gitti. Tarancılardan kavuncular az, bu mahallede Peyzavat, Yenihisar’dan gelip yerleşen usta kavuncular var. Ziyavdun onlardan kavun yetiştirmeyi öğrenmişti. Onun yazlık karpuzları olgunlaştı, kavunlarından şeker suyu, abinavat, gökçe, besivaldı, bişek şirin, hatta geç olgunlaşan mijgan, sarı kavunları da olgunlaştı. Reyhangül çatının her dalında kavun kakı kurutup, şehre gitmenin hazırlığını yaptı.
Şimdi o, kızını kaldırıp, oğlunu arkasına takıp, sık otları aralayıp, berrak derelerden geçip kocasının yanına, tarla şarkısı çınlamakta olan yere doğru sevinçle geliyordu.
Ziyavdun tarla şarkısı söylüyordu:
Aydınlıkta biçtik ekinler, Tarlada çok bağ kaldı.
Az gün oynayıp ayrıldık, Yüreklerde dağ kaldı…
Reyhangül’ün yüreği birden sızlandı, ne demek “Dağ kaldı.” Bu sırada çiftçilerin yanına Muhtar Bay ile beyin habercisi geldi. Şarkı sesi kesildi.
“Aleyküm!” dedi Muhtar Bay bitkin halde:
“Kolay gelsin!”
“Dediğin olsun!”
“Bu haberci Ziyek’e bir haber getirmiş!”
“Ne?” Ziyavdun ile Reyhan aynı anda şaşırdı kaldı. Onlar da tam oğlunu merak ediyorlardı.
“Evet öyle.” dedi haberci:
“Akşam Alaca Kısrak Lozung16 un hizmetçisi çıkmıştı. Dangzı’dan17 Ziyavdun’un kırk ho tarlasının üç senelik vergisini ödemediği hesabı çıkmış.”
“Ne?” dedi Ziyavdun göğe bakıp:
“Her sene kırk ho tarla için on yedi ho buğday götürüp, ilçe hükümet deposuna dökmedim mi?”
“Dangzı’da senin seksen ho tarlan varmış.” dedi Muhtar Bay, açıklayıp:
“Sen hâlâ bilmiyor musun, İsa beylerin ekmekte olduğu, ırmağın altındaki kırk ho tarla senin. Onlar üç seneden beri vergi ödememiş. Tarla senin isminde kaydedilmişken, üç senelik vergi için elli bir ho buğday dökecekmişsin Ziyek!”
“Aman