bir arkadaşıyla beraber iki atlı olup hava karardığında pınarın ötesindeki söğütlüğe geldi. Çok geçmeden, vadinin çakıllarını şıkırdatan kız gözüktü. Ziyavdun sessizce onun ayaklarını üzengiye aldı ve koltuk altından tutarak ata bindirdi. Kendisi eyerin arkasına bindi. Onlar atlarını nice nehirden yüzdürüp geçirerek Çapçalmezar’daki uzak akrabalarının evine sığınıp orada üç gün kaldılar. Kızların kaçması gelenek olsa da Bayların kızının kaçması büyük rezaletti. Uzun boylu, sıska, asabi olan Nedirşah, Ziyavdun’un elçilerine zehir saçıp:
“O öldü, onun gibi torunumuz yok, gözüm görmesin o namussuzu!” dedi.
Kötülenen kızın düğünü sade, nikâhı muhteşem oldu. O günden bu yana zengin ailenin kızı, Ziyavdun’un büyük evinin sahibi hem de hizmetçisi, kocasının yakın yardımcısı olarak yıllarını geçirdi. Bu ev ona, sevimli çocukları, onların sevgisini, mutluluğunu hem de sayısız müşkülat ve yüzündeki kırışıkları hediye etti. Sonunda, bu ev onu kendi eliyle işi gücü, zahmetleri olmayan öbür dünyaya uğurladı.
Bu rüya değildi, Ziyavdun’un hayaliydi. Uyumadı. Hayat defterinin sayfalarını çevirdi durdu. Ertesi gün Reyhan’ın cenazesi ağıt yakılarak son yolculuğuna uğurlandı.
Üzerine kaftan, sade kürk, deri pantolon, keçe çorap, kıvrım çizme giyip mescit duvarına yaslanarak güneşlenip oturan mahalle büyükleri günlük sohbetlerine başlamıştı.
“Bela üstüne bela!” dedi Mira Kadı, ellerini sallayıp:
“Hükümetle didişebilir miyiz?”
“Kazara olsa bir kere!” diye sakalını sıvazladı mahalle imamı başını sallayarak.
Ulu Ahun’un evine hırsız girdiği gün ortaya çıkan mahalle baturlarının ertesi günden itibaren hiçbir şey olmamış gibi kendi işleriyle uğraşmaya başlamasından bu yana üç aydan fazla bir zaman olmuştu. İnsanların yazdığı dava mektubu, söyledikleri büyük lafları tamamıyla unutuldu. Fakat dün Ziyavdun tutuklanmıştı. Mahallede yeni baturlar ortaya çıktı:
“Bu beyin işi! Ona hep birlikte saldıralım!”
“Hocaya dava mektubu sunalım!”
“Hayır! Bu Alaca Kısrak’ın işi! Muhtar Bay ona kendince hoy Kaşgarlı demiş. Bu yüzden Ziyek’i tutukladı!”
Dün, kıble tarafından soğuk rüzgâr eserken, Alaca Kısrak’ın bıyıklı yardakçısı kılıç kuşanmış iki askeri arkasına takıp mahalleye girdi. Ziyavdun’un evini sordu.
“İşte orada!” dediler oturan meraklı çiftçiler ayağa kalkarak. İki çiftçi onları Ziyavdun’un çitle çevrili avlu kapısına kadar getirdi.
“Ziyek! Hey Ziyek!”
Başına beyaz kilim şapka giyip, ceketinin üzerinden dizine kadar sarkan kuşak bağlayan Ziyavdun kapı önüne çıktı. Sakalları uzamış, göz kapakları şişmiş, gözleri kızarmıştı. Küçük kızını ceketine sarmıştı. Askerlere şaşkınlıkla baktı.
“Eve girin, eve!” dedi afallayarak Ziyavdun.
“Sana bir bildiri getirdik, kaymakamdan!” dedi yardakçı, koynundan dürülmüş kâğıdı çıkarıp:
“Hemen gitmen gerek, çocuğunu bırak!”
“Ne diyor bu hey! Eşim vefat etti, yarın onun kırk nezri19 var, nezir işi tamam olsun her ne olursa!”
“Her ne olursa mı dedin?” dedi yardakçı gri renkli ceket, beline tasma kuşak bağlayan, ayağını beyaz bezle kuşatıp pabuç giyen askerleri gösterip:
“Bunlar bilirse başına bela olur!”
“Madem sen bizdensin, bunlar dediğin mahlûklara sen bildir!”
“Yeter artık! Hemen beyin evine gideceksin. Orada senin gibi üç dört sene vergi ödemeyen enayilerden yedi sekizi var, onlara katılacaksın, yürü!”
“Niye üç dört sene diyorsun, her sene vergi ödüyorum!”
“Bununla benim işim yok, yürü, yalnızca seni götürmekle sorumluyum!”
Ziyavdun kızını evine bırakmak için kapıdan eğilerek girince, yardakçı onun omzundan tutup çekti:
“Evine değil, bu tarafa yürü hey aptal!”
“Çocuğu eve bırakamaz mıyım? Azrail olsan da anlayışlı ol!”
“Anlayış!” Yardakçı boyun damarlarını kabartıp yanındaki iki askere bağırdı:
“Bağlayın!”
Ziyavdun arkasına dönüp bakmaya fırsat bulamadan, iki asker onun ellerini arkaya çevirip dirseğinden bağladı. Ziyavdun’un kızı acı acı bağırarak ağladı. Evden kayınvalidesi ile genç bir kadın koşarak çıktı. Ağıldan Bera ile Dera, arkasından Hemra ellerinde çatal, değnek, koşarak geldiler. Çocuklar babalarının ellerini bağlayan askerlere vurmaya başladılar. Askerler de onlara. Ziyavdun, çocuklarına vurmaya kalkışan askerleri gövdesiyle engelleyip:
“Bırakın çocuklarımı, vurmayın!” diye bağırdı. Askerler süngülerini doğrulttu ve Ziyavdun’un elini bağladıkları ipi yardakçıya tutturup mahallenin batı tarafına doğru yürüdüler. Ziyavdun’un çocukları çerilere atılarak geldi. Onlar, başkalarının engellemesine rağmen bir askerin sırtına çatalla bir darbe indirdi.
“Aiyya!” Seyrek sakallı, tümsek dişli, yassı burunlu asker yüzünü ekşitip inleyerek süngüsünü çocuğa doğrultup koştu “Şa sı ni!20”
O, çocuğa süngü sallarken kafasına bir tokmak yedi. Sendeledi ve başını tutup bağırdı:
“Jini şenren!21”
Diğer asker korktuğundan göğe doğru ateş etti. Mahallenin köpekleri ulumaya başladı. Kargalar bağırıp gürültü kopardı. İnsanlar evlerinden çıkıp birbirine karıştı. Sakin mahalle birden velvele, çığlık sesleri, konuşmalar, bağırma çağırmalar ve korku içinde kaldı. Ziyek’in yanına Muhtar Bay geldi. Bir askeri attan indirip kalçasını tekmeledi, sonra iki askerin uzun tüfek, mızraklarını kapıp öfkeyle hırıldadı:
“Vay anasını pis domuzlar!” Ziyavdun’un elindeki ipi çözüp askerlere hiddetle baktı ve “Hadi git söyle! Gücü yeterse Alaca Kısrak kendisi gelsin. O alaca kısrak ise, ben kara yabandomuzuyum!” dedi.
Askerler gitti, bütün mahalle korkuya düştü. Muhtar Bay kara atına binip çıktı ve:
“Hoca’ya anlatacağım!” dedi. Sonra şehre doğru yola çıktı. O gittikten sonra Ziyavdun:
“Allah canımı almasa da teslim olaydım, ben gitmezsem çok sayıda asker gelecek. Abdul kardeş, çocuklara iyi bak, bir yere gönderme, avludan çıkarma, anladın mı?” dedi ve beyin otlağına doğru gitti.
İşte bugün mahalledeki aksakal, kara sakal herkes mescit önünde toplanmıştı. Birilerinin gözü beyin kuzey tarafındaki otlağına giden yoldaydı. Sanki o taraftan bir fırtına gelecekti. Birilerinin gözü ise şehir yolunda batıya doğru giden binek arabası yolunda idi. Sanki o taraftan da yeni bir güneş doğacaktı.
“Hocanın Alaca Kısrak’a gücü yeter mi?”
“Yetmez mi? Hocanın yedi kuşak dedesi buranın hakimiydi!”
“Ama Alaca Kısrak, Cangcung22 ile beraber afyon içen