Zordun Sabir

Anayurt - I


Скачать книгу

diye kurşunlara kendini verdiğinde halk ona kahraman ana dedi. Ben içimden güldüm, “Yavrusu için dişi köpek de âdemoğullarına atılır, tavuklar da civcivleri için köpeklere atılır. Dişi köpek ile tavuk da batur mu?” demiştim. Kendi başına gelmedikçe bilmiyormuş insan. “Âşık olmak kolay değil, aziz canı vermeyince.” denen şarkıyı Abduveli ile Zikri’nin hüzünle söylediklerini defalarca duysam da etkilenmemiştim. Bu kez Kasim Mirab’ın evinde bu şarkıyı duyduğumda neden hüzünlenip ağladım? Hocam duyarlı insan, ‘Hey Muhtar Bay, derdin var değil mi?’ diyor. Masum Şanyo, Baham Şanyo’lar hocamın neyi kastettiğini anladı da kahkaha attılar. Oh, bizim baylarımızın eğlenceleri ne denli harika! Hocam bile paşşap29 beyine riayet ederek diz çöküp oturuyormuş! Ben de yüzbaşı olmazsam olmazmış. Her biri birer idareci, bey, falan bay, filan bey oğlu, bir tek ben Muhtar Bay. Ben ne kadar bayım? Yetmiş seksen ho tarla ne kadar varlık? Bir ho tarla bir koyun demektir. İki yüz koyuna seksen koyun katılırsa iki yüz seksen koyun. At, öküz, bağ bahçelerim katılırsa beş yüz koyun da olsun! Hey Tarancılar, böbürleniriz ama durumumuz bu!” O, pelin yığını üzerine yaslandı, gökteki dolun aya bakmaya başladı. Ay uçsuz bucaksız göğün egemenidir. Göğü gezer dolaşır ne düşmanı ne rakipleri ne ölüm korkusu ne baylık ne güç vesveseleri vardır. Gamsız, dertsiz, korkusuz bir şeydir. Âdemoğulları da öyle olsaydı, dünyada ağlama, sızlama, gözyaşları, ayrılık gibi şeyler olmasaydı, her yerde sadece hür periler ile atılgan erkekler aşk yaşasaydı…”

      Uykusunda horlamaya başladı. Atı ise kabirler arasında pelin, kara yoncaları aç gözlülükle yiyerek sabahı karşıladı.

      Bu sabah Reyhangül’ün annesi kızının kabrine gelip bu tuhaf manzarayı gördü. Muhtar Bay Reyhan’ın kabrini kucaklayıp yüz üstü yatıyordu. Issız kabristanda horultusundan başka ses yoktu. Horlama, çok ağlamaktan sesi boğulmuş adamın feryadı ve derdiyle ahenkliydi. Anne, hırıldayan sesiyle kızının kabrine yüzünü sürüp ağladı:

      “Canım yavrum, yüreğimin bir parçası kızım, Reyhan-gül…”

      Yağız at, sahibinin etrafında otlayıp, arada bir ayakta duramadan kişneyip sahibini korumaktaydı. Bu at, bu sene dokuz yaşındaydı. Dört yaşındayken ilginç olaylara şahit olmuştu. O sene, yani 1933 yılının sonbahar günlerinin birinde, şehirden kütük arabaya katılan alaca kısrağı bırakıp kaçıp çıkan Zulya Kaska isimli adam “Tungan kargaşası olmuş” haberini evlere girip herkese duyurdu. O vakitte yalnız “Tungan Olayı”nı bilen çiftçiler sonra bu işin manasını anladılar.

      İli’nin “hanı” Cang Peyyuan, Şeng Duben’in askerleriyle savaşıp onları Sanduhezi’ya kadar sıkıştırdığında, Sovyet askerleri Şeng Şisey’e yardım edip Cang Peyyuan’in askerlerine top, tanklarla saldırıp fena püskürttü. Cang Peyyuan’ın askerleri dağılıp kaçtı, bir kısmı Muzdavan’dan geçiş sırasında donarak öldü. Diğer bir kısmı Nilka’nın yukarısında dağdan aşarak kaçmak istedi. Cang Peyyuan, o seferde, uzaktaki yılkı kalabalığını görünce onları asker diye düşünüp korkup kendini vurarak intihar etti. O sırada Cang Peyyuan’in Tunganlardan oluşan bir taburu Vang Kadir, Zazaza, Livir, Teysahun isimli Tungan baylarıyla iş birliği yapıp Gulca Şehri’ni işgal ederek Turfan, Toksun, Piçan’i işgal eden, yirmi bin askerin komutanı olan yirmi iki yaşındaki Ga Siling(Ma Congying) ile birlikte bütün Şincan’da Tungan egemenliğini gerçekleştirmek için ayaklandı. Onlar Gulca şehrini birkaç gün yönetti. Sonra, Sovyetler Birliği’nin Tarbagatay ordusu Korgas’tan hücum ettiğinde tanklara karşı balta, toplara karşı dayak tokmak kaldırıp yenildikten sonra İli Nehri’ni takip ederek doğu tarafına kaçtı. İşte bu olay “Tungan kaç kaç” olarak bilindi. Bu sefer Tunganlar yol boyunca Rusları vurup at, un, etlere el koydu. Özellikle en iyi atları gasp etti.

      O gece Muhtar Bay, Şağlıktam Mahallesi’ne bir bayın gelinini ağına düşürmek için gelmişti. O, tavan penceresinden ipe sarılıp inmek üzereyken tüfek sesi duyuldu. Tüfek buralara göre yabancı şeydi, sesi sanki cadı narasıydı. Köpekler uluyarak evin etrafında dönmeye başladı. Yaşlılar efsun okudu, çocuklar çığlık attı. Mahalleye sanki cadı gelmişti. Mutsuzlar onun eline düşecekti. Onun eli tıpkı cehennem ateşiydi!

      Muhtar Bay kaçmayı başaramadı. Öküz ahırına girip yağız atını bir çift saban öküzünün ortasına bağladı, sonra atı sırtından örtüp başına sahte boynuz giydirip öküz yaptı ve kendisi bir kürk giyip hizmetçi kıyafetine büründü. Tunganlar evlerin kapıları ve çitlerini bozup girip “Sağlam at, ekmek, et çıkar!” diye bağırdılar. Uzun tüfeklerden korkan çiftçiler onların dediğini yaptılar. Küçücük mahallenin ortasındaki mescit önünde birden iyi atlar, un, et, ekmek yüklü at, öküz sürüsü oluştu. Başına tilki derisinden şapka, üzerine yalın kürk giyen üç Tungan genç, Muhtar Bay’ın öküze ot vermekte olduğu ahıra baskın yaptı:

      “At var mı?”

      “Öküz var.”

      Derken yağız at ürküp yerinde duramadan kişnedi. “Öküz at!” dedi Tungan, yağız atın oluğu önüne gelip.

      Birisi Muhtar Bay’a tüfeğini doğrulttu. Muhtar Bay:

      “Ben hizmetçiyim, ben at bakıcıyım!” dedi korkup.

      “Yürü!”dedi Tungan ona tüfeğini dayatıp.

      Muhtar Bay yağız atın arkasından mescit önüne çık tı, sonra Tungan askerlerinin azık, yem kervanına katılıp Yamatu’ya, doğuya doğru yol aldı. İli Nehri’nin buz yığını gibi akıp duran akınından ata binerek geçip Şaryoca (Saruçin), Temte Köyleri’ni gasp eden kalabalıktan ayrılmadan, bazen yayan, bazen öküze binip, keçi dağının karlı, çamlı tepelerinden aşıp Tikes pazarına geldi. Tikes’teki soygunun şahidi, Tunganların at bakıcısı oluvermişti. Kürk ve deri şapka giymiş Muhtar Bay yağız atı için bu zorluklara katlandı. Onun atı şu anda Tungan kaçak komutanının altındaydı. Atın eyer, çul, üzengi bağı, dizginlerindeki değerli taşları da şimdi o komutanındı. Muhtar Bay sadece geceleri ata yem verdiğinde atının yanaklarına yüzünü sürebiliyor; atın yelesi, örgü kıllarını parmaklarıyla tarayıp, sırtı, budu ve boyunlarını sevgiyle okşuyor, kaşıyordu. At da sahibini daima kokluyordu.

      Onlar uzun yolculukta günleri öylece geçirdi. Moğolküre’nin Şota Köyü’ndeki soygun sona erdikten sonra, Şota adındaki ana yoldan güneye, Muzart’a doğru yol aldı. Tunganların neler dediklerini Muhtar Bay nereden bilsin! O sadece at bakmayı, ateş yakmayı, odun toplamayı biliyordu. Kaçabilirdi ama yağız atını bırakamıyordu işte! Atı alıp kaçmak imkânsızdı. Tungan askerler saksağandan daha dikkatliydi. Böylece o nice zahmetlere katlanıp balçık, kar ve suları geçip Muzdavan’a kadar vardı. Karlı dik doruklar, bakınca tüyleri ürperten derin vadiler, atlıların boyu kadar yüksek kar yığınları… Böyle korkunç yeri Muhtar Bay hayatta görmemişti. Yükseldikçe yol daraldı, engeller çoğaldı. Tutsaklar arasında Muhtar Bay’ın yol arkadaşı, Tunganlar’ın Şota’dan rehber olarak getirdiği Aksulu bir kumaşçı vardı. O, bu yolda eşek veya katırla çok defa sefer yaptığından her yeri iyi biliyordu. Üstelik arkadan kovalamakta olan Rus askerleri de uzaktaydı, belki Şota Yolu’na girmemişlerdi ve belki de giremeyeceklerdi. Kovalanmaktan kurtulan Tunganlar şimdi acele etmiyordu. Çam ağacı altında koyun kesip kazanda et pişirip doyana kadar yiyip içip namazlarını kılıp telaşsız yürüyorlardı. Muzdavan’a yaklaştılar. Bu yerde ne çam, ne düzlük vardı. Her yer kar, buzla kaplanmış doruklar idi. Yolda yalnızca tek sıra yürümek mümkündü. Atlar da adamların arasında yürüyordu. Eğer birisi dikkatsizlikle yanlış bir adım atarsa dipsiz uçuruma düşecekti. Rehber, Allah’ın fırtınasız bir gününü seçip Muzdavan’dan aşmak önerisinde bulunmuştu ki