evleri gibi sivri. Üstelik arabalarının dört çarkı var. Vay cehennemden kaçmış gâvurlar! Kendi toprağında kalamayınca bize sığındın. Padişahın devrilmemiş olsaydı Türkistanlılar buraya gelip muhtarlık için benimle didişir miydi? Bütün belanın başı siz kıllı mahlûklar! Kim bilir burada şimdi karınca gibi çoğalıp kendi Rus Çarına dikleniyor musunuz?” O, atını oynatıp geniş bataklığa çıktı. Orada Kazak çobanlar hayvan bakıyordu. “İşte bu Kazaklar iyi insanlardır, sürülerine bakarlar ne toprağına, ne şehrine göz dikerler.” diye düşündü.
Hava karardığında Pınarbaşı Mahallesi’ne geldi ve tepeden inip kara su takip eden yol ile batıya doğru yürüdü. Sessiz gecede değirmen şelalesi şarıldıyor, değirmen taşının takırtıları duyuluyordu:
“Peh, suyu söyleten Mirab’tır.” diye mırıldadı.
Kara Dere diye adlandırılan çayın üzerine görkemli bir köprü yapılmıştı. Köprüye bakan güney kapı önünde attan indi. Bu büyük kapı yanındaki küçük kapıdan bir adam çıktı ve selamdan sonra Muhtar Bay’ın atını aldı:
“Şu an mukam söylüyor Rozi Tambur!” dedi hizmetçi, atı çekerek büyük kapıya yönelip.
Büyük avluya lamba yakılmıştı. Su yağı doldurulmuş kara lamba sönük ışığıyla avluyu aydınlatmıştı. Kapının sol tarafındaki odalar gazyağı lambalarıyla aydınlatılmıştı. Birisinin mukam söyleyen sesi duyuluyordu. Hüzünlü, manası kapalı olduğu halde ayet gibi etkileyici olan mukamları Muhtar Bay defalarca duymuştu. O, mukam söyleyen kişinin ne dediğini bilmiyor ama onun çaldığı tambur müziğini seviyordu. Ne var ki, bugün mukam onu oldukça etkiliyordu. Ağlamak, bağırmak, yakasını yırtmak geliyordu içinden. Dışarı eve girip ayakucuyla basarak taraça kenarında oturdu. Halı serilen büyük oda misafirlerle doluydu. Yukarıda Hakimbey Hoca güllü kilimler üzerindeki tüy yastıklara yaslanarak oturuyordu. Yanında şehir baylarından bir kaçı, bu tarafta köy zenginleri, mukam müritleri ve dinleyiciler başlarını sarkıtıp oturuyorlardı. Mukam “bi-bi-bi…” ile sona erdi. Dutar ile tef, tamburu takip etti. Rozi Tambur, Hasan Tambur ve şarkıcılar var gücüyle şarkı söyledi:
“Her kişinin derdi olsa ağlasın yar önünde, Kalmasın gönülde arman belki izhar önünde…”
Muhtar Bay hıçkırarak ağlamaya başladı. Onun derdi az mıydı? Onun yüzünden Reyhangül erken hazan olmuştu. Kardeşi Ziyavdun’un başına askerler musallat olmuştu. Onların küçücük çocukları kara yetim olup bağıra bağıra ağlayarak ortada kalmışlardı. Alaca Kısrak denen yabani, hükümet askerlerini getirip onun adamlarına sert baktı, kamçı salladı, ürküttü, hiç kimse onun ağlamasını dinlemedi. Muhtar Bay dertli değil de kim dertliydi?
“Ağlama bari!” dedi birisi onu okşayıp.
“Hoş geldin, gel! Seni hocamın yanına götüreyim!”
O, adama baktı. Önünde eğilerek gülümseyen kişi ev sahibi Kasim Mirab idi. Kara sakallı, beyaz yüzlü, iriyarı bu adam, Gulca vadisindeki Ara Irmak, Baytokay Irmak, Kosun Irmakları’nı yöneten, baharda ırmakları kazdırıp, balçıklarını temizleyip, bahar suyu gelmeden önce Kaş Nehri’ne baraj yaptırıp her köyün ana derelerine aynı miktarda su akıtmayı sağlayan adil mirab idi. Müzik durduğu an Muhtar Bay eve girdi ve herkes ile tek tek görüşüp iki eliyle onların elini tutup sohbet etti. Sonra Hocam’ın yanına varıp, güllü kilimde diz çökerek oturup dua etti. Hocam da dua etti. Herkes dua ettikten sonra Gulca şakacıları Muhtar Bay’a espri yağdırdı:
“Yer cihan buz kesilmeden, bataklıktan kuru yere çıkmışsın be adam!”
“Ruslar görmedi değil mi?”
“Balçığa bulaşınca seni ok bile delemez!”
“Ama dönemez ki!”
“Tungan kargaşasına girmiş Rus tankı bu olmasın!”
“Yabandomuzu.” kastedilen bu nükteli sözlere Hakim-bey Hocam kahkaha atarak güldü. Muhtar Bay önce sinirlendi. Birisi onun lakabını söylerse hep sinirlenirdi ama şimdi onlara öfkelenemiyordu, güç yetiremiyordu. O da Hocam’a takiben zorlanarak güldü. Hocam sıska, biraz zayıf, yüksek burunlu, sarıya çalan kara sakalına çeki düzen verip bıyıklarına bağlayıp bir yuvarlak oluşturmuş, dişleri bembeyaz, gözleri cezbeli adamdı. Her kahkaha attığında herkes onu takip ediyordu. Muhtar Baya göre bu adam İli Tarancılarının koruyucucusu sayılırdı. Onun Çulukay Köyü, Şahlık köylerinde çiftçileri vardı. Bu çiftçilerin hepsi Tarancıydı. Onun dedesi Musa Gung, Oranzip, Meremzat, Bebek Hoca ve adını Muhtar Bay’ın bilmediği atalarının hepsi Tarancılardı. Tarancılar Meremzat’ı Mançuların hapsinden kurtarmış, Mançuların surlarını bozup soyunu sopunu yok edip buradan kovmuştu. O zamanlarda Muhtar Bay’ın dedesi, Elahan Pehlivan’a takiben Bayanday kalesine saldırmıştı. Sadir Pehlivan dehliz kazıp kale duvarının altına barut getirdiğinde Muhtar Bay’ın dedesi Sadir Pehlivan’ın dehliz kazmasına yardım etmişti. Rahmetli babası Osman Hacı her sene nevruz günlerinde Mollatohtiyüzü’ne gidip Sadir Pehlivan’ın ruhuna adaklar kesip nezrediyordu. Allah nasip ederse, ilkbaharda Muhtar Bay da öyle yapacaktı. “He, söyle Muhtar Bay!” dedi Kasım Mirab yumuşak sesiyle:
“Neden herkes seni hedef alıyor!”
“Şahane bir ziyafet ver de lâkabını değiştir.” dedi Rozi Tambur. Esmer yüzlü, ince bıyıklı adam yavaşça konuşup:
“Öyle değil mi Hocam, yoksa siz mi buna bir lâkap takarsınız?” dedi.
“Sana mı?” dedi Hocam, yumuşak ve ince sesiyle gülerek:
“Lâkap takmak Hızır’ın işi değil mi?”
“Hızır, acı çeken adama uğrarmış.” dedi şişman bir şakacı, yana doğru yatarak:
“Bu arkadaş dilenci mahallesinde sadece üç gün âmin diyerek otursa, Hızır Aleyhisselam ona mutlaka uğrar.”
“Uğrayacak olsa üç ay bile oturmaya razıyım.” dedi Muhtar Bay, hüzünlenerek:
“Acılar içime sığmıyor Hocam ağa, bu Alaca Kısrak’ın zulmü!”
“Yabandomuzu nasıl olur da kısraktan korkar?” dedi öbür latifeci, bu sözü şakaya çevirip:
“İki mızrağınla karnını yarsan olmaz mı?”
Ama bu kez Hocam gülmedi. O da Muhtar Bay’ın hüzünlü yüzüne bakıp başını salladı.
Narından28 sonra çay getirildi. Muhtar Bay, Hocam’a şikâyet etmeye başladı. Hocam “doğru” diye başını sallayarak dinledi. Muhtar Bay sonunda:
“Bu Kaşgarlı ve Rusların yüzünden hayatımız karardı Hocam, bize sahip çıkmazsanız işimiz zor!” dedi.
Hocam başını salladı.
“Onlardan daha kötüsü var!” dedi.
“Hep Kaşgarlı, Rus demeyin, onlar da bizden değil mi?” Muhtar Bay geceleyerek mahallesine döndü. Mahallesinin bir ucuna geldiğinde tan ağarmıştı. Mahallesinin dışındaki kabristana geldi. “Elhamdü” diyerek attan inip ağır adımlarla yürüyerek yeni kabrinin başına gelip diz çöktü:
“Kardeşim!” dedi, Reyhangül’ün kabrinden bir avuç toprak alıp gözlerine sürterek: “Çocuklarına sahip çıkacağım, emin ol! Günahımdan arınıp kendimi temizleyeceğim. Yaptıklarımı sır kutusu gibi saklayıp ağzını bıçak açmadan öbür dünyaya gittin. Dünyaya gelip de senin gibi güzel insan görmedim. Ziyek için ailenden vazgeçtin, benim için canını kurban ettin! Başkası için kendini ateşe sokan adamın varlığına beni inandırdın.