acıyordu. Dizleri de uyuşmuş, dili sertleşmiş konuşmasına engel oluyordu.
“Dur Gayit Abi, ben inip biraz koşayım!”
“Tirrr-vuu! Ben demedim mi? Düzlükte anneni göreceksin diye, bak doğru mu?”
“Hayır, annemi henüz görmedim. Senden başka kimseyi görmedim. Atlarını kırbaçla, ben atlarınla beraber koşarım.”
“Deh!” dedi arabacı, düzlükte atlarına kamçı vurup. Atlar ürkerek koşmaya başladı. Nuri de var gücüyle koşuyordu. Başına sof şapka, üzerine eski modelli dik yakalı yünlü ceket, ayağına ucu kıvrımlı eski bir ayakkabı giyen, gün geçtikçe bedeni gelişmekte olan, on altı yaşından dört ay aşan öğrenci yiğit, çiftçi atlarıyla aynı hızda koşarak uzun düzlüğü geçti. Çiftçi bu çocuğa hayranlıkla baktı:
“Babanı geçeceksin Nuri! Baban Ziyek, mahallenin öküzüydü. Ama yardakçıları püskürtemedi. Muhtar Bay onları yerle bir eder desek, o da mecnun oldu.” dedi, arabaya atlayarak binen yiğide kaba çiftçi diliyle:
“Karakış bizim gibi güçsüzlere zorbalık yapıyor. Hırsız Gani kışın yalnız bir gömlekle dolaşıyormuş. Canı demirden mi acaba? Öyledir! Yoksa hapishanenin duvarından tırnağıyla delik açıp kaçar mıydı?”
Nuri kahkaha attı:
“Tırnakla duvar delmek mümkün mü? Bu da bir mübalağa!”
“Ne demek bu ya, Nuri?”
“Abartılı söz.”
“Öyle ya, koyunun karnına üflemiş gibi üfleyerek kabartılmış söz desene?”
“Evet, şarkı söylemez misin Gayit Abi?”
“Olur, tabii! Neredeyse mahallenin bir ucu olan Baytokay’a geldik. Bu mahallenin güzel kızları hayran kalsın. Söyleyeyim bir kere!”
Baytokay’ın sazlığı bir ovadır,
Ördekten çok kazları vardır.
Baytokay’da vardır sevgilim,
Beni öldürecek nazları vardır!
Onun yüksek sesi çınlayınca, mahallenin köpekleri, tavanlardaki yonca, samanlar arasında kırağı çalan yerlerinden irkilip ulumaya başladı. Adamlar avlularından çıkıp ağızlarını bozdular. Gayit hırıldayıp güldü:
“Nasıl oldu, yaralarını kurcaladım mı?”
“Aferin!” dedi Nuri gülerek:
“Hükümetin de yarasını kurcalayan bir batur çıksaydı, hükümetin de köpekleri ulumaya, adamları küfretmeye başlasaydı yürekten sevinirdim.”
“Ne demek bu hey Nuri? Hükümet bir kudurmuş köpektir, halk ise sendeleyerek yürüyen bir bebek. Hükümete kimin gücü yeter kardeş!”
“Halk bir nehirdir, biliyor musun? Üç dört milyon halk ise büyük bir nehirdir! Şeng Duben’in on yirmi bin askeri var. Şincan’da iki yüz binden fazla Çinliden yalnız onda biri Şeng Duben’i destekliyor. Halk bir nehir, hükümet ise çer çöptür. Nehir o çöpleri akıtır gider. Fakat şimdi nehir buz tutmuştur. Halk uyanacak, buzlar eriyecektir. Zulüm bıçağı kemiğe dayandı. Binlerce, yüzlerce masum insan öldürüldü. Şeng Duban, Çan Keyşek’in de binlerce adamını öldürdü. Şimdi o güçlenip Sovyetler Birliği’ne karşı çıkmakta. Onun Sovyet Komünist Partisi’ne üye olduğu ve Sovyetler ile dost olacağız lafları da yalan. O yalnız bizi değil, bütün Çin’i yönetmek istiyor!”
“Neler söylüyorsun be Nuri? Nereden bulursun bu kadar çok garip sözü!”
“Rusulof adlı bir üstadım var, Sovyet’ten kaçıp gelmiş.
Uzman olarak Şincan’ı araştırıyor.”
“Ne diyorsun sen? Niye sağ salim adamın bile anlayamayacağı bir dilden konuşuyorsun?”
Araba gıcırdayarak mahalleye girdi. Nuri kardeşlerine aldığı hediyelerle dolu heybesini kaldırıp arabadan sıçrayarak indi ve evine koştu.
“Kimse yok!” dedi arabacı arabasından inip:
“Yürü! Bizim evde konakla. Kabak yiyeceksin, bal gibi kabak!”
“Kardeşlerim niye olmasın evde?” dedi Nuri, hüzünlü sesiyle:
“Küçük yaşında hizmetçi olmuş zavallı kardeşlerim!”
Onun yüreği burkuldu. Sevecen annesini şimdi ebediyen göremeyecek, sevgi dolu sesini de duyamayacaktı. Çocuklarıyla gurur duyan, her ne kadar müşkülatta olsa da gülmekle yetinen babası haksız yere tutuklandı, dayak yedi, hapishanede yatıyordu. Nuri, Gulca Şehri’nin ortasındaki hapishaneye gidip babasını gördü. Ziyavdun, çam ağacından yapı lan korkuluk içinde durup oğlunu yine o gülüşüyle karşıladı:
“Baba…” dedi Nuri hıçkırarak ağlayıp:
“Haksız yere tutuklandın, neden adalet yok bu cihanda?”
“Olsun! Ağlama! Yiğitler ağlar mı hiç? Kardeşlerin de ağlamasınlar. Söyle onlara, kim ağlarsa o babasının oğlu değildir. Bera ile Dera da ağlamayacak. Ama küçük kardeşin çok naziktir. O da ağabeyleriyle birlikte koyun güdüyormuş.”
Babasının hapishanede bile gülüp duran yüzü onun gözünün önüne geldi de vücudu titredi.
“Tüm kabahat Tarancıda, dayan, sonuna kadar dayan” dedi, kapı önünde: “Çiftçi olmak suçmuş aslında, öyleyse Uygurların yüzde doksanı suçlu! Tarlan yoksa başkasına hizmetkâr olacaksın, tarlan varsa onun zorluğunu çekeceksin, vergi ödeyeceksin, otlak vergisi vereceksin, ödemiş olsan da ödemedin diye seni tutuklarlar!”
O çevresindeki karla örtülmüş evlere baktı. Doğup büyüdüğü mahallesi loş ay ışığında kendi kalbi gibi hüzünlü, solgun gözüktü. Sessiz mahalle derin uykudaydı. Buranın adamları hayatta ekmek veya sütlü çay gibi, uykudan başkasını bilmiyordu. Şeng Duben’in geçmişini Rusulof ona anlattı. Şeng Duben iki defa Japonya’da, bir defa Şanghay’da okumuş. O, hep güçlü olmayı hedeflemiş, çalışıp okumayı da bu amaç için kullanmış. Bu arzusunu gerçekleştirmek için başkalarına yalvarmış, aşağılanmış. Ama aklını kötüye kullanarak kendine iyilik eden, hatta kendini ölümden kurtaran adamlara da ihanet etmiş. Binlerce insan onun elinde ölmüş. Birdenbire merhametli oluvermek, hain veya katil olmak onun tabiatı haline gelmiş. O, o kadar büyük şeyleri istediği halde, bizim çiftçilerimiz uysal hayvanlar gibi yemden başka bir şey talep etmiyor. Şimdi tüm köy uykuda… Onlar için uyku bir türlü huzurdur. Onlar şimdi dünyada neler olup bittiğini bilmiyor, bilmek istemiyorlar. Onlar için dünya sadece bu köy, bu sakin mahalle, varlık, yer, yemek, çocuk, mutluluk… İli vadisinde nice on kuşak yaşayan Tarancılar da, 1759 yılından sonra Hoten, Kaşgar, Yarkent, Aksu, Kuçarlardan cezalandırılıp, yedi kola ayrılarak İli’ye gelip Tarancı olanlar da, hatta Turfan, Kumul beylerinin arkasından çıkıp buranın yöneticisi veya ezilen çiftçisi olmuş Tarancılar da, “Mülkün nedir?” diye sorarsan, “Tarla ile koyun” diye cevap verirler. Musa Bay, Sabır Hacılara aferin! Onlar Uygurların yaşamına Avrupa sanayisi ile ticaret örneklerini getirdi. Şehirli Uygurların gözü açıldı, etraflarına bakmayı öğrendiler. Ama benim köyüm, benim halkım hala ağır uykuda. Babamın hapishanede kaldığı halde gülüp durması boşuna değildir. Orada da onun aradığı yemek ile uyku var değil mi? Eğer o “İnsan, hakikat için çalışandır” kuralını bilmiş olsaydı gülmezdi. Onun kalbi nefretle dolmuş, aşağılanma duygusu vücudunda volkan gibi patlamış olacaktı. Kendini hakikat savaşçısı olarak görmüş olsaydı, on yedi yaşındaki oğlu ziyaret ettiğinde: “Oğlum, insanın değeri hakikati aramasındadır,