Zordun Sabir

Anayurt - I


Скачать книгу

olgunlaşmış kavun gibi kopan Tungan kellelerini de gördü. İnsanlar neden birbirlerinin canına kıyıyorlardı, ne istiyorlardı? Muhtar Bay bunları anlamıyordu. İşte bu vakit Muhtar Bay kaçmaya fırsat buldu. O bir Tungan ile birlikte Guma’nın bir köyüne ulaştı.

      Onlar üç atı orada yarım sene besleyip bahar mevsiminde yurtlarına doğru yola çıktılar.

      Muhtar Bay iz bırakmadan kaybolup dört sene geçtikten sonra, sonbaharda, yer yer kuru yapraklarla örtüldüğü sırada mahallede kara aygırı oynatıp birden ortaya çıktı.

      Şimdi kara aygır mezarlıkta otlamakta, Muhtar Bay, Reyhan’ın kabrini kucaklayıp uyumaktaydı. O, toprakta böyle rahat uyumayı geçmişteki o uzun, tehlikeli yolculukta öğrenmişti. Şimdi yine çapkın bir zengindi fakat acı ve ıstırap dolu anıları bakımından da zengindi.

* * *

      “İli Nehri öyle geniş, öyle güzel diye düşünüyordum. Şimdi onun daralmakta, kirlenmekte olduğunu anladım. Bizim toprağımızda bazen kendi sahiplerine bile yer bulunmuyor. Ana toprağımızda her gün yüzlerce, binlerce adamın kanı dökülüyor. Şanghay sokaklarında zorbalık edenlerden Çan Keyşek’in Çin’i yönetmesi yetmiyormuş gibi, Şeng Şisey Şincan’a gelip Duben oldu. Ma Congying, Cang Peyyuan, Liu Venlong gibileri bizim toprağımıza gelip egemenlik yarışına girdi. Üç milyondan fazla Uygur’un ve diğer kavimlerin var olduğu bir bölgede kendi sahipleri, yöneticileri vardır belki diye hiç düşünmedi. Hey Uygur, sen sakin bir otlakta otlamakta olan koyunsun. Dışarıdan kurt gelse de, ayı gelse de hepsini kendin gibi koyun zannediyorsun. Onlar da otlakta otlasın, yaylasın diyorsun. Onların kastı ot yemek değil, sensin. O, seni yiyecek, otlağını yok edecek, sen bunu bilmiyorsun. Zavallı Hoca Niyaz Hacı kurt ile ayının tuzağına düştü. Vahşi hayvanı koyun zannedip onların yuvasına girdi. Biz şimdi onu hain diye kötülüyoruz. Türküler söyledik bile. Bizden olan Nazarhan Hoca İli’nin valisi olmuşken, Hoca Niyaz’a hain diye dil uzatmaya başladı. Hükümet, valiliği ona verip Turdi Ahun Bay, Siracidin Bay’ları hain yapıp hapse attığına bu hocam o kadar seviniyor mu acaba? Altı büyük siyaset35 dediği yalnız kâğıtta, ağızda kalmış laflarmış. Yoksa altı büyük siyasetin biri ulusların eşitliği değil miydi? Nerde o eşitlik? İktidar sahiplerinin hepsi Çinli, onları besleyen biziz. Hapishanelerde ölmekte, her yerde tutuklanmakta olanlar da biziz!

      Tüm günah Tarancıda, çiftçi sabancıda,

      Bütün bu dertlere dayan, lakin etme veda!

      Bu şiiri kim yazmış acaba? Nesuha Damolla mı? O adamı, kurumuş keten sapı üzerinde diz çökerek okuyanları, koltuk ve masada oturarak okuyanlar yaptığı için seni cedit diye sopa vurup yürüyemez hale getirdiler bizim cahil din adamlarımız. Çaresiz kalan damollam sonunda Gulca’yı terk edip yurtdışına gitti. Bizimkiler ne zamana kadar yol arayacak ki? Şeng Duben’e güvenerek refah bulmak yolu, Sabit Damolla’nın yolunu izleyerek İslam Cumhuriyeti kurmak yolu, Sovyetler Birliği’ne dayanarak bayları yok edip, fakirler devleti, sosyalizm kurmak yolu, Gomindang’ı36 devirip Şeng Şisey’i yok edip Yanan’deki Mao’nun askerlerini getirip fakirlere hâkimiyeti vermek yolu… Nazarhan Hocam Şeng Duben’i hiç ağzından düşürmüyor, din adamları Sabit Damolla’yı övüyor, Hoca Niyaz Hacı’yı kötülüyor. Mahmut Sicang adlı kişiden beklentileri var… Ya ben? Şimdiye kadar kendime “Senin teşebbüsün nedir” diye sormadım. O kadar çok kitap okudum, o kadar çok tartışma ve siyasi tahliller duydum, o kadar çok düşündüm, nefret duydum ki! İradem güçlü, ölmeye yemin ettim! Herkesi kötüledim, herkesten nefret ettim, hiç kimseyi beğenmedim, her şeyden vazgeçtim… Ben ne yapacağım? Neden bu soruya cevap hazırlamadım? Neden yalnız annemin ölümü, babamın haksız yere hapse atılması, küçük kardeşlerimin aşağılanmasıyla ilgileniyorum? Babam ilçe hapishanesinde, ahşap korkuluk içinde şarkı söyleyip oturuyormuş. Büyük kardeşim ise Muhtar Bay’ın çobanı, iki küçük kardeşim dayımın evinde, kız kardeşim büyük annemin yanında, ben ise bir avare, başım dönen, ayağım kayan yerlerde dolaşıyorum, Hüseyinbay’ın fabrikasında çalıştım, bu sene kış tatilinde Piliçi Ocağı’n a girip bir ay işçi olup kömür kırıntıları üzerinde yatıp kalkarak çok çalışıp bayağı para kazandım. Kardeşlerimi sevindirebilirim. Bu felakete bak! Babam hapse atılmamış olsaydı bugünleri rabbim göstermezdi. Akrabalarım tarlayı sat diyorlar. Tarla babamın, babamın malvarlığıyla gün geçirirsem yeminlerim ve verdiğim söz boşa çıkmaz mı? Ben ağır işlere kendimi alıştırdım. Ellerim nasırlaştı, tabanlarım ayı tabanı gibi oldu. Taş üzerinde uyuyabilirim. Üç gün bir şey yemesem de gözlerim hemen kararmıyor. En önemlisi, Tatar kızını eskisi gibi özlemekten kurtuldum. Zavallı kız şimdi Taşkent’e okumaya mı gitmiş? Yoksa hala ortaokulda mı okuyor? Onun sabırlı annesi kızının mutluluğu için kendini feda edip neyi elde eder ki?” Nuri, takır takır yorgalayan iki at koşulan kütük arabada oturup başı ucu olmayan hayalleriyle bazen kendinden gurur duyarak bazen kendini kınayarak azap, hasret ve ümitle kıvranıp uzun saatler geçirdi. Her yer bembeyaz karla bürünmüş, araba çarkından çıkan gıcırtılar gitgide büyüyordu. Güneş sanki duman içinde donmuş, İli Nehri kıyısındaki koyu ormanlar buz olmuş, ötedeki büyük dağ çam ağaçlarını kucaklayıp uyumuş, dünyada yalnız iki atlı çiftçi arabası demirle çatılan iki çarkıyla karlı, engebeli yolu ağır ağır basarak gidiyordu. Bunalım ve yalnızlıkla dolu bu manzarayı Nuri üzüntülü bir şekilde hissetti. Her şeyi; kış mevsimini, kar, buz altında yatan nehri, Yamanyar diye adlandırılan bu geniş vadinin dik kayalarına yuva yapan karga kuzgunları, çalı dibinden ürkerek çıkan tavşan ve kar üzerinde iz bırakıp kaybolmuş yabandomuzlarını da kötülemek geldi içinden.

      Arabanın başındaki direğe dirseğiyle dayanıp ak kilimden çizme giyen ayaklarını sarkıtıp yalın ve tüylü deriden kürk, pantolon, şapka giyip, kendini kışın kahramanı sayarak oturan güler yüzlü çiftçi:

      “Üşüyor musun Nuri?” dedi, yüksek sesle:

      “O çuvalda yengene götürdüğüm kadife ceket var, onu giy.”

      “Hayır, üşümedim.” dedi Nuri, çok üşümesine, kulağının acımasına, ayağının uyuşmasına rağmen hiçbir şey sezdirmeden. Ayaklarını araba tahtalarına vurarak:

      “Gece geç kalacağız değil mi?”

      “Hezivektam’a henüz gelmedik. Yolun ortası fırtınalı, soğuğun gücünü düzlükte göreceksin, kendine pek güvenme, ayağını o kıl çuvalla sar, soğuk artıyor. Bak! Atların yelesi de kırağı çalmaya başladı, çarklar da gıcırdıyor.”

      “Üşümem.” dedi Nuri, kendine meydan okuyor gibi yüksek sesle:

      “Sovurof çok soğuk günlerde bile başına bir kova su döküyormuş!”

      “Solunup dediğin kim? bizim gibi cünüp olarak dolaşmıyor desene!”

      “Cünüp ne demek Gayit abi?”

      “Ha ha… Bilmiyor musun? Koyunun, eşeğin kuyruğunu hiç kaldırmamışsın galiba? Hi hi…”

      Nuri sustu. Arabacıyı içinden kötüledi:

      “Yeme içmeyi ve yalnız şu işi bilir bu adamlar. Halk ne demek? Onun derdi nedir, talebi nedir? Millet nasıl bir şeydir, şimdi ne durumdadır? Bu meseleleri asla düşünmüyorlar. Üç dört milyon Uygur’un doksan dokuzu işte böyledir. Bu yüzden bu milleti başka milletler yönetiyor. Bizde Şeng Duben gibi askeri bilgisi olan, kafası çalışan adamlardan birisi olsaydı keşke! Lenin, Stalin, Maksim Gorki’lere gelince, yüz yılda bir birisi bile çıkmıyor. En azından Çapayof gibi cesur baturdan beş altısı olsaydı. Hırsız Gani’yi herkes övüyor, Sadır Pehlivan’dan hiçbir yanı eksik değil