beraber geldiğimiz arkadaşlara tanıttım. Her biri en az benim kadar hayrete düşüyordu.
Ayrıca her cephede, kufi yazılarla beraber değişik dönemlerde Türk grupları tarafından kullanılan tamga şekilleri vardı. Görenleri en çok şaşırtan ise gamalı haç şeklindeki Türk tamgası oluyordu. Neden bu tamgaların seçildiğini tam olarak henüz bilen yok ama bir görüş, bunların türbenin yapıldığı dönemde Türkistan civarında yaşayan Türk boylarının sembolleri olabileceğini ileri sürmekte.
Türbede aylar sonra fark ettiğim bir ayrıntı ise kemerli kapının sütunları arasına gizlenmiş kuş yuvalarıydı. Kuşlar için ayrılmış, bir tuğla genişliğindeki bu yerlerden, belki yüzlercesini saymak mümkün. Türbenin ön girişi olan taç kapının sütunları içinde, güvercinler başta olmak üzere değişik türlerden kuşlar yuvalanmış. Ayrıca yuvaların bulunduğu sütunlara, kuşların yuvalarına gelip giderken konmaları için ağaç ve demir uzantıların yerleştirilmesi de ihmal edilmemişti.
Günün her saatinde, ama özellikle akşam gün batımına yakın, Yesevî Türbesi kuşlar orkestrasının konserine sahne oluyordu. Kemerlerin üzerinde, konmaları için tahsis edilmiş ağaç ve demir çubukların üzerine yerleşen yüzlerce değişik kuş, kendi lisanlarından seçme ezgileri icraya başlıyorlardı.
Kuşların kondukları bu ağaç çıkıntıları, mimarların hatası olarak burada bırakıldığını düşünebilenler dahi vardı. Kuş ve kabir Anadolu’da da beraber değil midir? Anadolu’da da mermer kabirlerin üzerine yağmur sularının birikerek kuşların içmeleri için su kapları yaptırmaz mı insanımız?
Ama yok, şimdi; kuşların kültürümüzdeki yerini bir kenara bırakıp, konser saatlerini büyüleyici hale getiren gruptan bahsetmeliyim. Güneşin batışı ve gökyüzü bir başka alemdir bu diyarda. Güneş her akşam, bir öncekine hiç benzemeyen ve belki o saate kadar daha önceki hiçbir akşamda görülmemiş kızıl ebrular şekillendirerek batar ufkumuzdan. Belki hayatında gurubu seyretmenin zevkini bir kez dahi tatmamış olanlar bile tiryakisi kesilirler bu ebruların. Ah keşke kuşların konseri sürerken herkese, Kültebeye oturup , sabitmişçesine duran, ama çok yumuşak süzülüşlerle şekil değiştiren o kızıl ebruları seyrettirmek mümkün olsaydı; o zaman bütün gözler benim anlatamadıklarımı da görür ve her kulak o sesleri duyardı.
Kuşların her akşam konser verdikleri taç kapının kemerleri arasında duran, Türkistan yıldızı motiflerinin sedef kakmalarla işlendiği paha biçilmez kapıdan geçildiğinde, orta yerinde rahmet kazanının bulunduğu ana salona girilir, fakat bu kapıyı kullanmak bilet alarak gelen ziyaretçiler için mümkün değildir. Onlar Taç kapının sağ sütununu yanında bulunan küçük bir kapıdan içeri alınırlar. Kapıdan geçince dar bir koridorla ana salona giden bu aralıkta, küçük bir hücreye sıkışmış bilet kontrolü yapan memureler bulunur. Koridorun bitiminde ise arzu edenlere Türbeyi anlatan rehberlerin kullandıkları hücre yer alır. O büyük yapıda günlük kullanılan yerler, bu iki hücreciktir.
Bu dar koridordan ana salona çıkanların ürpermemesi mümkün değildir. En yüksek noktası 37.5 m ve eni 18 metreden fazla olan tuğla kubbesi ile bu geniş salon, adeta insana acizliğini hatırlatmak üzere inşa edilmiş gibi durur. Orta Asya’da bulunan en geniş tuğla kubbe olarak bilinen örtünün altında etrafa gözlerini gezdiren her ziyaretçi, o büyük hacim içerisinde kendi varlığının eridiği hissiyatından kurtulamaz.
Salonun orta yerinde duran rahmet kazanı, ilk bakışta bu histen kurtulmak için bir ümitmiş gibi görünür. Dünyada ikinci bir emsali olmayan üç ton su alabilen, ağırlığı iki tonu bulan, çapı 2.45, yüksekliği 1.62 metre olan bu eser, kubbenin eziciliğiyle mukayese edildiğinde nispeten rahatlatıcı olduğundan olsa gerek, salonun genel atmosferinden kurtulmak için bir ümit kapısıdır. Belki de bu yüzden türbenin detayları arasında en fazla incelenen unsuru rahmet kazanıdır. Hemen her ziyaretçi altın, kalay, kurşun, bakır, demir, çinko ve gümüş karışımından yapılmış bu kazanı dakikalarca etrafında dönerek incelerler. 1399 yılında Tebrizli Şerafettin Usta tarafından, Dede Korkut hikayelerinde de adı geçen Karnak’ta dökülerek buraya getirilmiş kazanın, okuyamasalar bile etrafına yazılmış ayetler, yapan ustanın kitabesi ve 22 defa “Dünya Allah’ındır” ifadesi, kulpları ayrı ayrı ilgi odağı olur.
Dünyada eşi olmayan kazanla Ruslar da yakından ilgilenmiş ve 1935 yılında St. Petresburg’taki Hermitage Müzesine götürmüşler. Halkı derinden yaralayan bu hadise 54 yıl sürmüş. Kazan, 1989 yılında tekrar yerine getirilip konmuş. Şimdilerde o yıl Türkistan şehrinin idaresinde kim varsa kazanın kendisinin gayretleriyle geri geldiğini anlatarak bu büyük olaydan şeref payı çıkarmaktalar. Dönemin Türkistan Valisi Erkin Corebekov Bey’in evinde, kazanın getirilişinin video kasetlerini seyrediyoruz. Görüntülerde kalabalıklar yığılmış, yüzler gülüyor, tam bir bayram havası esiyor. Erkin Bey hâlâ bu büyük hadisenin yıl dönümlerinde evinde yemekler veriyor, dualar ediliyor.
Denilene göre bu kazana, Türbenin içinde bulunan kuyudan su doldurulur ve şifalı olduğuna inanılarak dervişlere ve ziyaretçilere dağıtılırmış. Kazan belki de burada yaşayan dervişler ve ziyarete gelenlerin kalabalığından ötürü bu kadar büyük yapıldı.
Mescid-i Nebevi ile başlayan İslam mimarisindeki külliye geleneği, Yesevî türbesinde de gözetilmiş. Kul Hoca Ahmet’in kabrinin dışında Türbede mescit, kütüphane, mutfak, derviş hücreleri ve hatta adına kudukhane denilen bir kuyu odası dahi bulunmakta. Buradaki kuyudan çıkan su zemzem suyuyla özdeşleştirilerek kutsal sayılmakta. Külliye, içinde yaşayanların, su için de olsa dışarıya ihtiyaç duymadan yaşayabilecekleri bir bütünlükte tasarlanmış. Su ihtiyacının karşılanacağı kuyu ise, su çıkarma kapasitesi sınırlı olduğundan, suyun depolanması ihtiyacı belirmiş olabilir. Kazana doldurulan üç ton su, zaruret halinde, idareli kullanılarak 100 kişinin 10 günden daha fazla bir süre su ihtiyacını karşılayabilir. Bu müddet içinde kuyudan da su takviyesi yapılacağı düşünülürse bu süre 15-20 güne kadar dahi uzatılabilir.
Bizim gördüğümüzde ise Kazan’ın dibi Kazak tengeleri ve Özbek somlarından oluşan renkli paralarla doluydu. Türbeyi ziyaret eden yöre insanı, kabirhane bölümüne gitmeden önce kazanın önünde durur ve büyük bir saygıyla ilk dualarını burada yaparlar ve dualarının kabulü için kazanın içine para atarlar. Türbe idarecileri, gelenlerin paralarını rahatça atabilmeleri için kazanın kenarına küçük bir merdiven dahi yaptırmışlar. Kazana para atma geleneği Anadolu’da kutsal sayılan yerlerde kuyulara veya havuzlara para atma adetiyle aynı olsa gerek.
Yunus’un Hacı Bektaş dergahına eli boş gitmeyişi gibi burada da töreye uyarak özellikle Kazaklar, yanlarına “Hak nanı” yani “Hak ekmeği” almadan gelmiyorlar. Dualarla alınıp getirilen ekmekler, yine dualarla kazanın yanında çantalardan çıkarılıyor. Büyük bir saygıyla iki elle tutuluyor. Herhalde eskiden bu Hak nanları dervişlere hediye ediliyordu. Şimdilerde ziyaretten sonra fakirlere dağıtılıyor.
Kemerli kapıdan girildiğinde, kazan odasının tam karşısında Yesevî Hazretlerinin sandukasının bulunduğu Kabir-hane yer alıyor. Değişik desenlerle bezenmiş ahşap kapının arkasında, dünyada çok ender bulunan ve Semerkant’tan getirilen yeşil mermerlerle kaplı sandukada Hazret Sultanın mübarek naşı bulunuyor.1954 yılına kadar kabirhanenin giriş kapısının önünde 12 metre uzunluğunda bir gönderde tuğ asılı imiş. Bu tuğun yer aldığı orijinal fotoğraflar, müze arşivinde saklanıyor. Kabir başındaki tuğ orada yatanın büyük mutasavvıf olduğunun bir işareti olarak törede yer almış. Semerkant’ta Emir Timur’un Şeyhinin kabrinde ve Buhara’da Burhanettin Nakşibendin türbesinde ve en ilginci “evliya dağ Kazıkurt’un”