Yakup Ömeroğlu

Türkistan Yesevî'nin Şehri Yesi'ye Dair


Скачать книгу

kabul etmelerini bekleyerek sabahtan akşama kadar dikenli tellerin yanında mahzun mahzun duruyorlardı. Validem bazen beni de hapishaneye beraberinde götürüyor, eğer görüşmek nasip olursa babam beni de bir kez daha görsün istiyordu, ama babamı bir defa olsun göstermediler, göstermedikten başka götürdüğümüz yiyecekleri de defalarca geri çevirdiler. Bazen ben birkaç saat gözlerimi dikip bekledikten sonra bir bahane ile hapishanenin tam yanındaki şehir parkına doğru koşardım. Orada Allah’ın her günü miting yapılıyordu. Şehir okullarından davul ve trompet sesleri ile “piyonerler” ve hatta “oktyabryatlar” (komünist çocuk teşkilatlarının üyeleri) sıra sıra parka geliyorlardı. Parkın ortasında kırmızı pankartlarla sarılmış büyük kürsüler yerleştirilmişti. Deri ceket giymiş beli tabancalı “faaller”, bu kürsülerden nutuklar atıyorlardı.”

      Yesevî Türbesinin yanındaki kavşaktan her geçişimde, gözlerim hep Yakubov’un çocukluk yılları hatıralarından anlattığı binaları arardı. Kavşağın sağında duran okul binası, Yakupov’un okuduğu okul olmalıydı. Hapishane olan binalar ise ya karşı köşede halen savcılık binası olarak kullanılan yerlerdi veya okulun arkasındaki askerlik şubesi binaları. O dönemde her gün tören yapılan park ve meydan ise savcılıkla hakimlik binaları arasındaki park ve şimdiki adıyla Yesim Han alanı olmalıydı.

      Yakubov’un beş-altı taş bina olarak tarif ettiği “Yeni Türkistan” mahallesi daha sonraki yıllarda birbirine paralel caddeler ve ona açılan sokaklarla epeyce genişlemişti. Bütün resmi daireler, bankalar bu civarda kurulmuştu.

      YESEVÎ TÜRBESİ

      Tan yeri ağarıyordu. Güneş arkamızdan ilk aydınlığını bozkıra yayarken, biz batı yönüne doğru seyir halinde idik. Henüz şehre dair hiçbir belirti görünmezken, muhteşem mimari yapı, göz alabildiğine uzayıp giden bozkırın ortasında, adeta stüdyoda tasarlanmışçasına tek başına, dimdik duruyor ve bakışlarımızı esir alıyordu. Arabayı kullanan Kazak şoför Ömürzak, şehre takriben, on beş kilometre yolumuz kaldığını söylüyor. Yaklaştıkça abide büyüyor ve ışıltısı artıyor. Etrafında çok katlı, şehrin yüksek binalarının görünmeye başladığı zaman, Türkistan şehrine girmeye artık beş kilometre yolumuz kalmıştı. Muhteşem abidenin, yer seçiminden dolayı kazandığı üstün bir özellikti bu. Daha sonraki yıllarda, şehrin yalnız Çimkent girişinden değil, diğer girişlerinden de aynı görünümün oluştuğunu, yaşayarak öğrenecektik.

      Türbenin bu özelliği, şehrin bir dönem adına da yansıyan engebeli coğrafi yapısından kaynaklanıyor. Engebeli ifadesi, ilk bakışta, bölgede büyük çukurlar ve tepelerin varlığını çağrıştırabilir, fakat burada, bozkırın ortasında, dokuz metrelik bir tepe dahi yöreye adını verebilecek kadar önemseniyor. Tarihi 2000 yıl öncesine kadar giden Türkistan şehri, ilk kurulduğunda Kültepe denilen dokuz metre yüksekliğinde bir tepe üzerinde yer almış. Ahmet Yesevî Türbesi ise Kültepenin doruğundan 350 metre kuzeyde bulunuyor. Aradaki bu mesafede tepe 2-3 m alçalmış olsa, denilebilir ki; Yesevî Türbesinin, çevresinden 6-7 metre yüksekte kurulması ve 46,5 metreyi bulan kendi yüksekliği ile uzaklardan tek başına görünmesinin sebepleri ortaya çıkıyor.

      Evliyalar Serverinin şehrine, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte ulaşıyoruz. 1997 Mayıs ayının 17. sabahı, Türkistan’ın havasında insanın tenini okşayan bir serinlik var. Gece boyu süren yolculuğun verdiği tüm yorgunluğumuza rağmen, eski Türk töresine uyarak, her şeyden önce “şehrin sahibini” ziyaret etmeliyiz diye düşünüyoruz. Yoldaşım Ömürzak; bu tavra hiç yabancı değil, benden önce de pek çok Türkiyeliyi Türkistan’a getiren Ömürzak, onların da hiç bir yere uğramadan Yesevî Türbesine gittiklerini söylüyor.

      Muhteşem mimari, yakınlaştıkça daha etkileyici hale geliyor. Şehrin içinde iki kilometre, tek katlı evlerin arasındaki ana yolda gittikten sonra ilk kavşaktan sola dönüyoruz. Bir kaç yüz metre de bu istikamette gidiyoruz. Ömürzak arabayı, Türbenin taç kapılı, meşhur cephesinin tam karşısında durduruyor.

      Geniş bir alanın ortasında Ahmet Yesevî Türbe’siyle karşı karşıyız. Vakur, dünyayı önemsemeyen, yalnız ama bu yalnızlığa da hiç aldırış etmeyen, kendisi başka bir dünya imişçesine duran insan yüzünün çizgileri var görünüşünde. Bulunduğumuz yerden taç kapıya üç yüz metreye yakın bir yol var. Daha sonra öğreniyorum ki, buradan itibaren her hangi bir binekle gitmeyi Kazak kardeşlerimiz, maneviyata saygısızlık sayıyorlar.

      Yolun iki yanında, bel hizasında kesilerek şekillendirilmiş çit bitkileri, yeşil bir koridor oluşturuyor ve koridorun arkasında rengarenk güllerden kurulu gül bahçesi uzanıyor. Sabahın sessizliği her yere hakim. Gül bahçesinin içinde, yeşil koridorda yürüyerek muhteşem taç kapıya yaklaşıyoruz. Şimdi yalnızca bu anı yaşıyorum, öncesi yok gibi, hatta önceye ait yorgunluğum da sanki uçup gitti. Ortalama insan boyundan 25 kat daha büyük taç kapının önünde duruyor ve ziyaretimizi yapıyoruz. Bu an uzayıp gidebilir, fakat Ömürzak’ın geri adımlarla yürüdüğünü görünce ben de ona uyuyorum geldiğimiz gibi çekiliyoruz. Gözlerimiz gül bahçesinde; keşke şu geniş alanın her yanı güllerle kaplansa diye içimden geçiriyor ve bunu hayal ederek, Türbenin her yanını zihnimde güllerle dolduruyorum. Sarı, kırmızı, pembe, bordo… gülün açabildiği her renkte yediveren gülleriyle dolu bir bahçe… Heyecanım artıyor.

      Doğrusu, bu ilk ziyarette, mimarinin genel etkileyiciliğinin dışında bir özelliğini göremediğimi, buraya daha sonraki gelişlerimde fark edecektim. Bir Rus generaline atfen denilir ki; “Şark sırlarla doludur, hiçbir zaman ilk görüşte kendini teslim etmez.” Yesevî Türbesine her gelişimde öğrendiğim yeni şeyler, bu sözü hatırlatıyordu.

Abideyi Tanıdıkça

      Yesevî Türbesi, Sovyet döneminde yapılan çevre düzenlemeleri ile adeta şehirden koparılmışçasına, ayrı bir bölgede bulunuyor. Kendine en yakın şehir binalarına uzaklığı 500 metre civarında. Türbenin güney ve doğu cepheleri şehre bakıyor, ancak bu arada da ağaçlandırma ve yol çalışmaları eksik olduğundan hem şehir hem de türbe dokusunda kopukluk meydana geliyor. 1975 yılında Kültepe ve eski Yesi yerleşim bölgesinden 65 hektarlık bir bölge koruma altına alınmış ve bu geniş alan Türbe sahası olarak tahsis edilmiş. Türbe çevresinde yapılan düzenleme faaliyetleri ile, bilinçli veya bilinçsiz olarak, bu geniş alanda bulunan Osmanlı usulü hamamdan ahşap yapılara kadar pek çok kıymetli eser yok edilmiş ve muhteşem abide çevresindeki boşlukta yalnız bırakılmış. Bugün bu alanda Türbenin hemen önünde, büyük türbenin türbedarı gibi duran Rabia Sultan Begüm Türbesi ve onun yanına iliştirilivermiş, iğreti görünüşlü, gelen ziyaretçilere bilet satışının yapıldığı küçük bir kulübe duruyor. Bu küçücük kulübenin içinde her zaman çoğunluk kadınlarda olmak üzere üç dört kişiden az insan bulunmaz. Bilet satışının yanında, Kazakça dini yayınları, tespih ve kartpostal gibi bazı hatıra eşyaları da buradan temin etmek mümkün.

      Külliyenin en önemli tarihi bölümlerinden birisi olan, Ahmet Yesevî’nin 63 yaşında yer altına girdiği çilehane ise Kültepe’nin zirvesine yakın bir yamaçta durur. Bu yamacın hemen altında ise çevresi ile irtibatları koparıldığı için burada bulunuşu özel dikkatle fark edilebilen ilk Kazak Hanlarından Esim Han’ın Türbesi bulunur.

      Türbenin kabirhane bölümünün bulunduğu kuzey cephesinin duvarına elli metre kadar uzakta, duvarlarının yarısı yere gömülü küçük bir mescit ile sonradan yapılan idare binaları geniş alanın içine düzensizce serpiştirilmiş bir halde dururlar.

      Ayrıca yine türbenin güneyinde, sonradan yapılan bir hediyelik eşya mağaza binası, içlerinde dervişlerin hücrelerinin bulunduğu kalın ve yüksek bahçe duvarı kalıntıları bulunmakta.

      Türbeye