Smagul Elubay

Arasat Meydanı


Скачать книгу

Höst! Deyip, koyunların etrafında dolaşan biri bağırır bu arada.

      Majan’ın köpekleri biraz ileride dizilerek havlıyor, fazla yaklaşmıyorlardı. İyice sinirlenen Jadakay, bir ara diz üstü çökerek elleriyle yere dayanarak “Hav, hav,” diye, köpeklerin üzerine doğru yürür. Uzun bacaklı kocaman köpekler o anda her yana dağılıp tozutarak kaçışmaya başlarlar.

      – Balkıya’dan çektiklerim yetmiyormuş gibi… Bu ne ya… Deyip, Jadakay geri döner.

      Bu sırada gece iyice çökerek, doğudan bir dilim kavun gibi sarararak ay doğmaktaydı. Karanlık dağılıp, gökyüzündeki yer yer göze çarpan yıldızların altında, sessizlik içinde âdeta uyuklayan evler daha da belirginleşmeye başlarlar.

      İki delikanlı çok geçmeden evlerinin yolunu tutar. Şege kuyunun diğer tarafındaki kendi köyüne doğru, Jadakay ise Majan köyünün kenarındaki kendi evine doğru yönelir.

      4

      Sabahleyin Şege şangır şungur seslerden uyanıverir. Çay içerken tartışmakta olan babasıyla anasıymış meğerse. Eski âdetleri işte. Şege, hiçbir şey duymak istemeyerek yorganıyla başını iyice örter, fakat sofra başındaki tartışma kesilecek gibi değildi, hatta daha da büyümekteydi.

      – Gülcan! Git, dedi, babası. Git, Fahreddin’in evinden bir parça şeker getir. Yarın pazarcılar gelince iade ederiz.

      Gülcan, bu evdeki beş kızın en küçüğüydü. Şege’nin kız kardeşi olur kendileri.

      – Gitmeyecek, dedi, annesi. Hey, kız, sakın kıpırdama. Köy yöneticisi oldum diye, sen çizme dikmeye utanırken, yöneticinin karısı ve kızı olarak ev arasında şeker istemeye biz de utanırız. Gitmeyecek…

      – Hey, insafsız, sen değil, çocuk getirsin diyorum ya… Babasının alışılagelen cırtlak sesi tekrar gelmeye başlar.

      – Gitmeyecek, der annesi. “Hükümet yoksullarındır” deyip, her gün boğazını yırtıyorsun. Bir şey olsa hemen baya (zengine) doğru koşuyorsun. Öyleyse senin kendi başına bir yönetici olarak aldığın kararın nerde?

      Annesi; esmerce gelen, iri kemikli, ağırbaşlı bir kadındı. Soğukkanlı bir biçimde söylediyse de sözleri pek ağırdı.

      Şege, yorgan altından kendi kendine güler. İşte, tam da böyle bir anda ne diyeceğini şaşırmış olan babasının sinirden kıpkırmızı kesilmesini, öfkeyle bakan gözlerini, dikleşen saçlarını hayal eder. Böyle ivediliği yüzünden halk babasına “Cıyaklayan Şarip” diye lakap takmıştı.

      – Hey, edepsiz! Diye ciyak ciyak bağırdı bir süre sonra babası. Ne diye saçmalıyorsun. İstiyorsak, yoksul olduğumuz için istiyoruz ya… Yoksul olmasaydık bize kim destek verirdi?

      – İyiliği, bütün desteği o mühür mü yani şimdi, erken doğmuş çocuk gibi duvara astığın? Ne hayır gördük ki o mühürden? Yönetici oldum diye, mesleğini bir kenara bırakıp sen geziyon ortalarda kibirlenip. Kara su içerek biz oturuyoruz, kocamızın eli mühür tuttu, diye sevinip. Şimdi, şeker yerine o mühürü ısırarak iç işte çayını…

      Şege yorgan altından kıs kıs güler.

      – Kes! Edepsizin neslinden olan… Çek! Çek dilini mühürden! Deyip, bas bas bağırmaya başlar babası.

      Çocuklar da korkarak bağırmaya başlayınca, Şege hemen yerinden fırlar.

      Tam da düşündüğü gibiymiş. Zayıfça gelen babası, elinde küçük bir kutuyla annesinin üstüne doğru yürümekteymiş. Şege ikisinin arasına girerek engel olmaya çalışır.

      – Edepsizin neslinden olan şey, mühüre dil uzatma, diye, kaç defa söyleyeceğim sana. Köyünle möyünle, malınla hayvanınla yok olasıca seni… Anladın mı?

      – Anladım, sakin ol. Çayın soğudu, otur da çayını iç, deyip, kaşlarını çatan annesi, esmer yüzü bozarıp kızararak çay sandığına doğru döner. Çay sandığından parmak başı kadar sarı şekeri çıkararak, sofraya bırakır.

      – Eyvah, eyvah! Deyip, babası zor bela kendine gelir. Bu kadınlar bile başımıza çıkar oldu. Gücüne bakmaksızın mühürle alay ediyorlar. Eğlenecek şeyi bulmuşsunuz bakıyorum…

      Babası parmak başı kadar o sarı şekeri, “kıt” diye dişleyerek çay konmuş çemberli kâseyi eline alır.

      Şege dışarı çıkar. Dışarıda buz gibi, soğuk rüzgâr esiyordu. Sonbaharın sabah soğuğuydu. Doğuda gökyüzü bulutlarla kaplıydı. Güneş doğmuşsa da görünmüyordu. Soğuktan titreyen kadınlar develerini otlağa doğru götürüyorlar. Kuyu tarafta birisi kovasını tangır tungur yaparak kuyudan su almaya çalışıyordu. Onun öbür tarafında ise ak tazısını yanına alarak dağa doğru yalnız bir atlı adam gitmektedir. O, ava gitmekte olan Bulış idi. Jadakay’ın dünkü anlattıkları aklına gelince, köyün dışına doğru yönelen Şege, kendi kendine gülmeye başlar.

      Bulış, herkesçe tanınan ünlü avcılardan biridir. Otuzlu yaşlara gelmiş olgun bir delikanlıdır kendileri. Balkıya, onu sevmeyip de kimi sevecektir. Üstelik Bulış artık duldu. Bundan iki sene evvel karısı vefat etmiştir. Evet, fakirdir. Yalnız bir adamdır. Evi işte, biraz ötede, köy kenarında ayrı duran eski keçe evdir. İhtiyar bir anası vardır.

      Kara küheylanına binip, ak tazısını yanına alan Bulış, güney taraftaki kararan büyük tepeyi aşarak gözlerden kaybolur. Gittiği yön, Sarıbay’ın kumudur.

      Ah, keşke Şege de bu Bulış dibi delikanlı olabilseydi… İşte, o zaman görürdü Hansulu’nun nasıl havalandığını. Yünden yapılmış kaftanının önünü sıkıca kapatarak köy kenarında duran Şege, derin bir iç çeker. Şu duran eskimiş keçe ev, Şege’nin evidir. Karşı tarafta köy ortasında göz kamaştıran büyük beyaz ev ise Hansulu’nun evi. Dışarıda kazığa bağlı asil bir kara doru at durmaktadır. Bu at Hansulu’nun atıdır. Onun atı bile soyludur.

      – Geliyor! Geliyor! Diye, köyün otlak tarafından birilerinin bağırdıklarını duyar Şege. Meğerse Kozbağar’mış gelen. Biraz evvel otlağa doğru ilerleyen koyunların peşinden gitmekteydi. Şişmanca gelen genç oğlan, ayı gibi ağır ağır hareketlerle köye doğru koşmaya çalışıyordu. “Bu da ne acaba?” demeye kalmadan epey ilerideki Karauıl (Karaköy) tepesinin kuzey yamacını geçerek turnalar gibi dizilen bir kervanın gelmekte olduğunu görür. Bu, şehre giden kervanmış dönmekte olan. Kervandakiler, Temir’deki pazara giden iki köyün adamlarıydı.

      –Hey, hey, Hansulu, Hansulu! Baban geliyor, baban! Deyip, sanki kendi babası pazardan geliyormuşçasına Kozbağar, ileri geri koşuşturup duruyordu. Tabanları parıl parıl parlıyordu. Kozbağar, Fahreddin’in hayvanlarını güderdi. Allah’ım, Ya Rabbim! Buna rağmen, o bile Hansulu’dan ümitliydi.

      Kozbağar’ın sesini duyan bütün köylüler dışarı çıkıp, etrafa göz atmaya başlarlar. Çoluk çocuk bağıra çağıra kervana doğru koşmaya başlar.

      Hansulu da evinden dışarı çıkar. Güzel ve derlitoplu giyinmişti. Gri renkli ithal pantolon, beli büzgülü kırmızı kadife yelek, yüksek topuklu çizmelerini giymişti. Başında puhu kuşunun tüyü takılan kunduz deri şapkayla elinde kamçısı vardı.

      Önünde ileri geri koşturup duran Kozbağar’a doğru hiç bakmadan, düm düz atına doğru ilerler. “Rus subayları gibi şu kızın dimdik duruşuna bak hele,” diye, Hansulu hakkında, Kıykımbay’ın dedikleri gelir Şege’nin aklına.

      Şege, Hansulu’nun zayıfça gelen düzgün ve zarif görünüşünden gözlerini alamadan derin bir