Smagul Elubay

Arasat Meydanı


Скачать книгу

birbiri ardına dizilen kervanın önünü keser. Sakalları birbirine karışmış, yüzü gözü toz içinde kalan, gözleri kızararak şişmiş olan yol yorgunu yolcuların içinden ilk olarak babası Fahreddin’i arayan Hansulu, onu göremez. Kervanın başında ağabeyi Ezbergen’in olduğunu görür. İri yarı gelen Ezbergen’in yüzü, eskisinden de kabalaşmış gibiydi. Kaba yüzünü seyrek sakallar kaplamıştı.

      – Evet, Hansulu, iyi misiniz? Der, Ezbergen yüzü asık bir şekilde.

      – İyiyiz. Babam nerde? Der Hansulu. Nedendir bilinmez, ama Ezbergen ağabeyinin kızarmış gözleri pek sert bakmaktaydı. Yüzünden düşen bin parçaydı. Ezbergen gür sesiyle sakince.

      – Labak Ahun’ınkine doğru dönmüştü biraz önce… Der, Kervan, hızını kesmeden Hansulu’nun yanından geçiverir.

      Bu sefer Hansulu, yerinde duramayan koyu doru renk atının başını batıya doğru çevirir. Kara küheylan pelinli ovada ok gibi koşmaya başlar.

      Hızla koşan Hansulu, önündeki tepeye çıktığında, biri deveye, diğeri ata binerek yan yana gelen iki yolcuyu görür. Kara aygıra binen babasını uzaktan hemen tanır. Yanındaki ak deveye binmiş olan, beyaz kaftanlı, başına beyaz sarık sarmış olan, tabii ki, Labak Ahun idi. Labak Ahun, bu köyün şeyhidir ve köy çocuklarını okutur. Jılıbulak’ta1 mescidi vardır. Hansulu okuma yazmayı ondan öğrenmişti. Çok okumuş görmüş, ulema bir kimsedir kendileri. Sayısız kitapları vardır. Üstelik o, dünyanın birçok destanlarıyla uzun manzum şiirlerini ezbere söyleyebilen ozandı.

      Babası Fahreddin, geniş omuzlu, iri cüsseli, saçı sakalı kırlaşmaya başlamış, iri çeneli, güzel gözlü, yakışıklı adamdı. Atından inerek selam veren kızını, atının üzerinden eğilerek, şefkatle uzun uzun sever. Hansulu’dan önce Ali, Kali adlı iki oğlu olmuştur babasının. İkisi de çiçek hastalığından ölmüştür. Onlardan sonra dünyaya gelen Hansulu’yu babası oğullarından eksik görmemiştir.

      – Güzelim, nasılsınız? Der heyecanla sesi titreyerek. Merhamet dolu büyük güzel gözleri yaşarır. Büyükçe gelen burnu kızarıp biraz şişmişti. Üşütmüş gibidir.

      Hansulu, merakla babasının gözünün içine bakarak.

      – Babacığım, hasta mısınız?

      – Hayır, güzelim, der babası. Sanki kızından bir şeyler gizler gibiydi.

      İkisi, ak devesiyle hızla ilerleyerek öne geçen ve pek zayıf olan Ahun ihtiyara koşturarak ulaşırlar. İhtiyar yüzünü dönmeden tane tane:

      – Ee, kardeşim Fahreddin, “Zora, beylerin borcu vardır,” demişler ya. Yöneticilerin yakaya yapıştığı bellidir. Temir’de duyup öğrendiklerin işte, o felaketin başı oluyor, lakin görecek hikmetlerimiz daha önümüzdedir, diye sözünü toparlar.

      Altındaki çift hörgüçlü ak devesi, boynunda tüyleri dalgalanarak yavaş yavaş koşmaktadır. Yol boyunca Ahun, sözlerini şiirleştirerek çok konuşur. Dünya âlem yaratıldığından başlayarak, bu güne kadar olan biten her şeyi ve her hikmeti “Allah’ın işi, Allah’ın emridir,” diye anlatır. Hansulu’nun anladığı kadarıyla babası, gittiği pazardan kötü haber getirmiştir. Hükümet zenginleri yine sıkıştırmaya başlamış gibiydi. “Jayındı’daki Şoşa yakalanmış, yarın kimi ele geçireceklerini bir Allah bilir,” diyordu, köy büyükleri.

      5

      Bugün köy, bir bayram günü gibi şendi. Pazara götürdükleri hayvanlarını giyecek, şeker, çay, un gibi yiyecek ve giyeceklerle değiştiren köy erkekleri, geri dönmüşlerdi.

      Halk, Fahreddin’in yüksek duran büyük misafirhanesine toplanıp, Labak Ahun’un öğüt ve nasihat dolu manzumelerini sessizce dinliyordu. Evin ortasındaki dökme demir tavada közlenmiş kor ateş yanmakta, o ateşten küçücük bir alev, dudağı biraz büzülmüş olan Hansulu’nun zeytin gibi gözlerinde de parlamaktaydı.

      – Helal olsun be, ağzınıza sağlık! Diye, coşarak bağıran Şarip, Ahun’a iltifat etmekteydi.

      Evin başköşesinde oturan zayıf, saçı sakalı bembeyaz, kurumuş ağaç gibi olan ihtiyar Ahun, bunun üzerine elindeki dombırasını daha bir coşkuyla çalmaktaydı. Fahreddin ise derin düşüncelere dalarak, sessizce dinlemektedir.

      Vefasız yalan dünya, kimlerden geriye kalmamış ki… Taa, Âdem babamızdan türeyen insan neslinin nice soyluları, dünyayı titreten Süleyman gibi padişahları, İskender gibi kahramanları, Lokman Hekim gibi ulemaları, Ez Janibek gibi hanları, Asan Kaygı gibi dertlileri, Ayteke, Töle, Kazıbek gibi biyleri2, onun bu tarafında, dünkü Kalmuk döneminde Kazakları düşmana kaptırmayan ve şu halkın arasından çıkan Barak gibi kahramanlar bile, bu yalan dünyada rahat edememiştir, hiç kimse de gün yüzü görmemiştir der Labak Ahun.

      – Yaşa be, durma, devam et, bastır! Diye, coşan Şarip, âdeta ata binmiş gibi yerinde duramayarak, Ahun’a doğru yanaşıverir. “Vay be, şu eskilerin sözlerine de ne demeli…”

      Kaşlarını çatarak somurtan Ezbergen, vıdı vıdı yapan Şarip’ten rahatsız olduğu için ona kötü kötü bakar.

      Labak Ahun, coştukça coşarak dombırasına atılıyor, öğüt veren sözlerini yağmur gibi döktürüp, dolu gibi yağdırmaktadır. Bunları duyan Şarip de havalanarak:

      – Vay be, bastır, acıma… Diyerek, bağırmaya başlar.

      Manzumeler tamam olup, akşam çöküp, ortaya tabak tabak yemekler gelince, Hansulu da biraz dinlenmek isteyince yavaşça dışarı çıkar.

      Dışarıda rahatça nefes alınabilecek güzel bir akşam çökmüştü. Karanlık gecede gökyüzü yıldızlarla donanmıştı. Hayvanlarını yerleştirmiş olan köy halkının ocaklarında, ateşler yanıyordu. Her taraftan yayılan duman ve tüten tezek kokuları gelmekteydi.

      Böyle sakin ve güzel akşamı kahkahalarıyla doldurarak, köy ortasında bir sürü kızla delikanlı, “ Sokır teke”3 oynamaktaydı. Hansulu, çocukluk günlerini düşünerek, kalabalığa doğru ilerler.

      – Hansulu…

      – Hansulu geliyor…

      – Hansulu “Körebe” olsun! Diye, kızlar bağrışmaya başlarlar. Delikanlıların içinde Şege, Kozbağar, Jadakay’lar da vardı. Şege’nin kendinden sonraki kız kardeşi Balcan, Hansulu’nun yanına gelip, gözlerini bağlar. Gözleri siyah eşarpla bağlanınca, Hansulu hiçbir şey göremez olur. Balcan Hansulu’nun elinden tutarak onu ortaya getirir ve durduğu yerinde hızla döndürerek:

      – Körebe sesime gel! Diyerek, kendisi yanından hemen kaçıverir. Hansulu kıkır kıkır gülerek iki eli havada, olduğu yerde kalakalır. Ayağına topuklu çizmeleriyle pantolonunu giyen, selvi boylu, ince belli Hansulu, kunduz şapkasındaki uçuşan puhu kuşu tüyleriyle daha bir güzelleşmişti. Gülerken parlayan bembeyaz dişleri, inci gibi göze çarpıyordu. Hansulu, etrafını çevirerek kıkırdayan gençlere doğru ellerini uzatarak yakalamaya çalıştıkça, gençler kahkaha atarak kaçışıyorlardı. Özellikle, ayı gibi cüsseli Kozbağar’ın kahkahası kulağa çok kaba gelmekteydi. Rahat hareket eden Hansulu, onun susmak bilmeyen kahkahalarını takip ederek, sonunda yumuşacık bileğinden yakalayıverir. Kıkırdayarak gülüp, kaçmaya çalışmasına fırsat vermez. Elini bırakmaz.

      – Tamam, tamam!

      – Yakaladı. Şimdi Kozbağar, sen “Körebesin!”

      Kozbağar kıkır kıkır güler. Hansulu siyah eşarpla Kozbağar’ın