Sabir Şahtahtı

Yosun Kokusu


Скачать книгу

p>Sabir Şahtahtı

      Yosun Kokusu

      “Yosun Kokusu” romanı ilk bakışta Afganistan’da hususi çıkarları olan dış güçlerin kurduğu siyasi oyunların acılarını yaşayan Afgan halkının zorlu hayatını yansıtan aşk hikâyesidir. Eserin derin katmanlarında Sovyetler Birliği’nin sebep olduğu sıkıntıların bütün siyasi detaylarının yanısıra emparyalizmin acımasızlığı da tasvir ediliyor.

      Yazar romandaki acı hadiselerinin arka planında Afganistan’daki Türk sorunun tarihini ve mevcut durumunu, halihazırda en büyük küresel problemlerden biri olan göç akınını, su havzalarında boğulan insanların imdat çığlıklarını yülseltiyor ve bütün dünyayı bu iniltiye ses vermeye davet ediyor.

Kitapta gerçekleşen olaylardan ilmi bir kaynak olarak istifade edilemez

      YOL AYRIMI

      Yollar. Beni ben eden yollar… Beni bana tanıtan, anlatan, kimliğimi kavratan yollar. Ve sonunda beni benden alan yollar. Yol var ki taşlı, topraklı, çakıllıdır ama insanı mutluluğa götürür. Yol var ki düz ve pürüzsüzdür ama sonu her şeye boyun eğmek ve mutsuzluktur. Bir de bazen pürüzsüz yollar kaygan olur. Topraklı yolun tozu, gözlere dolunca üstüne su çarparsın temizlenir, çamura batan ayakları ise yıkarsan temizlenir. Hangi yolda gittiğin önemli değil, önemli olan nasıl gittiğindir… Önemli olan gittiğin yolda düşmemektir. Tabii ki düşmek farklı sebeplerden olur!

      Evimiz Kabil’in eteklerinde bulunuyordu. Kapımızdan çıkınca çatallaşan küçük bir yol kavşağı ile karşılaşırdınız. Hangisi ile gitsen ileride yol yine çatallaşırdı. Yollar o kadar birbirine benziyordu ki insan şaşırıyordu. Yolların hepsi bizim evimizin sağından solundan geçiyordu.

      Anneme göre, babam bu bölgeyi onun isteği üzerine düğünden önce satın alarak iki katlı bir bina inşa etmiş. Binamız yüksek ve geniş bir bahçe içindeydi. Üç katmanla birbirinden ayrılan avludan baktığınızda Darul Aman Sarayı1 açıkça görünüyordu. Babam, dağın yamacındaki bu yeri aldıktan sonra, traktörle adım adım düzleştirmiş, sonra bahçemize yüz arabaya yakın kara toprak getirtmiş. Buna ek olarak ırmaktan alınan alüvyonlu toprak karıştırıldığı için toprak çok verimli hale gelmişti. Anama göre, kuşun gagasından düşen her şey bizim bahçede yeşerirdi. Gerçekten de haklıydı. Evimizin önünde çeşit çeşit gül ve süs bitkisi vardı. Orta alanda meyve ağaçları ve yedi tane de meşe ağacı vardı.

      Bu ağaçları diken olmamıştı. Doğal bir şekilde büyümüşlerdi. Burada Kabil’de yetişen tüm meyve ağaçlarını görmek mümkündü. Alt kısma sebze ve bostan ekilirdi. Yemek için kulladıklarımızından arta kalanlar kurutulurdu. Hem kurusu, hem yeşili, insanın dilini kabartacak kadar tatlı olurdu.

      Geniş bahçemiz ve güzel evimizden başka, Kabil’den biraz uzakta 107 hektarlık bir nar bahçemiz vardı. Bu büyük bağın yanındaki su arkının etrafına farklı farklı ağaçlar, bağın dört tarafına ise çınar ağaçları dikilmişti. Bu çınarlar bağımızı koruyan yüksek duvarlar gibi her taraftan görünüyordu. Komşu çocuklardan “çınar duvarlı bahçe” sözünü, çok duymuştum

      İlkbahar başladıktan sonra babam sık sık bağımızı kontrol etmek için oraya giderdi. Bağın tüm işlerini ise Munis Bey yapıyordu. Bağın üst tarafında kamıştan yaptığı küçük kulübede ailesiyle beraber yaşayan Munis Bey, meyveler toplandıktan sonra Kabil’e göçüyordu. Munis Bey işine o kadar bağlıydı ki serçeler bile bağımızdan hiçbir şey götüremezdi. Bahçedeki kulübenin yakınında güneş altında parlayan bir araç–gereç vardı. Bunlarla, sıcaktan patlayan narların suyu alınarak büyük tahta fıçılarda toplanıyordu.

      Henüz olgunlaşmayan ve yere dökülen narlar ise temizlenip, tuzlanarak turşu olarak kuruluyordu. Sirke ile yapılan turşular bunlarla karıştırılmazdı. Burada hiçbir zaman ikiden fazla tahta fıçı görmedim. Dolan fıçı hemen götürülüyor, yerine boş bir fıçı konuyordu. Doğrusu ben bunların nasıl satıldığını bilmiyordum. Tek bildiğim bu nar bağının bize bol kazanç getirmesiydi. Bahçeye her geldiğimizde Munis Bey bize, nar suyu ikram ederdi. Bir sonraki ziyaretimizde “Ne içersiniz?” diye sorunca babam yavaş bir sesle: “Soğuk olsun!” dedi. Munis, ağır adımlarla yanlarına basa basa arka tarafa gitti ve az sonra geri geldi. Elinde üç tane 250 gramlık cam şişe tutuyordu. Annemle babam iştahla nar suyunu içtikten sonra “Mahsülümüz bol olsun!” diye dua ettiler.

      Ben ne narı ne de suyunu severdim. Ancak annemin ısrarıyla yüzümü ekşiterek nar suyunu içtiğim, Munis Bey’in oğlunun dikkatinden kaçmamıştı. Bir kez daha öğlen sıcağında bağa geldik. Nar suyundan kurtulmak için bir bahane arıyordum. Ama o zamana kadar “dilsiz çocuk” olarak bildiğimiz Munis’in oğlu arka tarafa geçerek elindeki şişelerle geri döndü. İlk şişeyi bana verdi. Mecburen şişeyi başıma çektim. Fırsat bulsam yere boşaltacaktım ama buna gerek kalmamıştı. Çünkü “dilsiz çocuk” olarak tanıdığımız Nevid, bana verdiği şişenin içine nar suyu yerine çay koymuştu. İlk kez az şekerli soğuk çay içiyordum. Bu çayın nasıl olduğunu hiç düşünmedim bile; Çünkü nar suyu içmediğim için çok memnundum. Tahminen aynı yaşta olduğumuz Nevid’in bu hareketi çok hoşuma gitmişti. Ona güvenebileceğimi hissediyordum.

      Çocukluğumdan beri sevmediğim bu nar bahçesinin, sonsuz merağıma ve şaşkınlığıma sebep olan sayısız hatırası vardı. Annem arabadan iner inmez bahçenin sağ tarafındaki itburnu ağacının altına girerdi. Hem de yalnız! Hatta beni bile yanına almazdı. Bazen ağacın yapraklarını, bazen çiçeklerini bazen de dallardan sallanan meyvelerini öperdi.

      Bir süre sonra hepimiz o ağacın altındaki eski tahtadan yapılmış bir masanın etrafında oturuyorduk. Annemin ağacın altında ağladığını fark etmemek imkansızdı. Annelerin gözyaşlarını çocuklarından gizlemesi mümkün değildi.

      O çocuk aklımla, itburnu ağacının kökünden değil, meyvesinden, çiçeklerinden veya filizlerinden su içtiğini düşünüyordum. Hem de annemin gözyaşları ile birlikte.

      Ben bir kenarda durarak gizlice annemin yaş içindeki ışık saçan gözlerine bakardım. Ancak biz de ağacın altında toplanınca annem birden neşelenirdi. Bir gözü bende, digeri ağaçta olurdu…

      Evin ve bahçenin işlerini ise orta yaşlı bir kadınla bir erkek yapıyordu. Adil ve Şabran diye çağırdığımız bu insanlar kardeşti. Sessizce içeri girip işlerini yaparlardı ve sessizce giderlerdi. Biz konuşturmadığımız müddetçe onlar da konuşmazdı.

      Babam, onlara yaşayabilmeleri için bahçemizin altındaki arsada küçük bir kulübe yaptırdı. Bu insanları tanıdığım günden beri ne ağladığını ne de güldüğünü görmüştüm. Onlar için anladığım tek şey, hizmetçiliği kaderleri olarak benimsemiş olmalarıydı. Yaşı olgunlaştıkça onların kaderi ile Afganistan’ın kaderini aynı görüyordum.

      Belki de bu yüzden hiçbiri evli değildi. Annem onların bu durumuna çok üzülüyordu. Bu konuda babama sessizce bir şeyler söylediğini defalarca duymuştum.

      Şabran her zaman çarşaflı gezerdi. Bağda, bahçede çalışırken de çarşaflıydı. Annem ona fazla görünmememi söylüyordu. Büyüdükçe, Şabran’ın bizi nazar etmesinden annemin korktuğunu anladım. Şabran beni çok severdi. Onun için meyve ağaçlarının ve bostanın ilk ürünlerini bana verirdi. Onun yüzünde, yaşlı gözlerindeki hüzün ifadesinden başka bir ifade görememiştim. Aslında Afganistan halkı tarafından normal karşılanan bu durum milyonlarca insanın acı kaderine teslim olma haliydi. Şabran’ı bir defa gülümserken gördüm: Sol gözünde kan toplanmıştı. Annem ona dikkatlice bakarak: “Ani sevinç, gözlerine kan getirmiş!” dediğinde Şabran gülümseyerek cevap verdi:

      –Dün ineğimizin ikiz doğurmasından etkilendim. Ağa’mın bundan mutlu olacağını düşünerek ben de sevindim, dedi.

      Babam, kendi annesini babasını hatırlamıyordu. Ben de bu konuyla ilgili onlara bir şey sormasam da, dedemi ve ninemi mahkeme binasının karşısında Zahir Şah’ın düşmanlarını öldürdüğünü biliyordum. Dedem uluslararası hukuk eğitimi almış, bir müddet krallıkta çalıştıktan sonra Zahir Şah’la tanışmıştı. Genç yaşta kralın güvenini kazanan dedem öldürüldükten sonra Zahir Şah, babamın devlet korumasında okuması için özel emir vermiş. Ancak babamı amcası büyütmüş. İşte onlar arasındaki soğukluk konusu ise bir başkaydı.

      Annem ise kendi deyimiyle hem yetimmiş