Скачать книгу

bitişik üç tane kulübe vardı. Bahçe duvarının hemen yanında da dört tane ayva ağacı yükseliyordu. Sonuncu ağaç birinci kulübenin hemen kapısının önündeydi. Bu kulübelerde evin hizmetçileri yatıyordu. Hepsi de Hazara’ydı.7 Bahçenin baş tarafında yapılan biraz daha büyük bir kulübede ise hizmetçilerin başı eşiyle birlikte kalıyordu. Çocukları olmayan bu çift ise Peştun’du.8 Adamın asıl adını hiçbir zaman öğrenemedim. Herkes onu “Dursun” diye çağırıyordu. Karısının adı ise Zübeyde’ydi. Yuvarlak yüzü, iri burnu ve kısık gözleri olan bu kadın hiçbir zaman halinden şikayet etmezdi. Çocuklarla olan ilişkisine gelince, yaramazlık yapanları cezalandırmak için özel metotları vardı.

      Yazın hep birlikte yaylaya giderdik. Dursun ne pazarda, ne yaylada ne de başka bir yerde hizmetçileri tek başına bırakmazdı. Ağa’nın verdiği emirleri uygulamak için elinden geleni yapardı. Ağa’m hizmetçilerinin Hazara olduğu için Afganlılar tarafından rahatsız edilmesini istemiyordu. Evet, Ağa’m kendi ailesini koruduğu gibi, hizmetçilerini de koruyordu. Hem de onun bu savunmasında büyük bir samimiyet vardı.

      Zübeyde, hiç kimseye hayır demese de benim Hazara çocuklarla oyun oynamama engel oluyordu. Sadece Zühre Hala’mın kızı Kumru ile oynamama izin veriyordu. Onun bu davranışının altında annemle babamın isteği olduğunu rahatlıkla anlayabiliyordum. Kumru, kötü bir oyun arkadaşı değildi ama sakin görüntüsüne rağmen biraz umursamazdı. Hele sık sık ağlamasından nefret ediyordum. Tek kelimeyle kendisini sevdiremiyordu. Sadece kahkaha ile gülmesinden hoşlanıyordum. Ayda–yılda bir defa gördüğüm bu gülüş şekli Afganistan’da kadınlar için ayıp sayılırdı. Bu nedenle büyüdükçe bu gülüş şekli ağırlaşan bedeninin altında ezilip yok olurdu. Özetle hiçbir halini beğenmiyordum. Hal böyle olunca o, benim için nasıl değerli olabilirdi?

      Ağa’m medresede aldığım dini eğitimin bana yetmeyeceğini biliyordu. Onun için boş zamanlarında bana kitap okuyarak beni heveslendiriyordu. Medresede ne öğrendiğimi merak ederek bana sorduğu her soruya aynı cevabı verince, ister istemez mutsuz bir şekilde başını sallıyordu. Sonunda benim de isteğimle Farsça bilen bir özel öğretmen tutuldu. Öğretmen her şeyi o kadar güzel anlatıyordu ki medrese birden gözümden düşmüştü. Çünkü bu özel öğretmen bağırmıyor, ödevleri yapmadığımda veya bir suçum olduğunda bana tokat atmıyordu. Kemerinin altında ders çalışmayan, ya da yaramazlık yapan öğrencilerin ayaklarının altına vurmak için kamçı taşımadığı onu daha çok sevdim.

      Bir defasında Ağa’mın elinde farklı harflerle yazılmış bir kitap gördüm. Eskimiş kalınca bir kitabın karton kapağında orakla çekiç resimleri vardı. Orağın bir tarafındaki renkler iyice solmuştu. Tam olarak bu alet ölçüsünde olan ile bizim elllerde haşhaş kozası kesmek için kullanılan araca benzettim.

      Komuşumuzda gördüğüm alete de benziyordu. Benim yaşımdaki oğlu, dağda haşhaş tarlalarının olduğunu söylüyordu. Ağa’m, benim onlardan uzak olmamı istiyordu. Büyüdükçe bunun sebebini anladım. Onlar ailece uyuşturucu ticareti yapanlardandı. Ağa’m, benim dikkatli bir şekilde kitabı incelediğimi görünce:

      –Beğendin mi, diye sordu.

      Ben kitaptan daha çok üstündeki orak resmini merak etmiştim. Ağa’mın karşısında kendimi ezdirmedim. “Evet,” diyerek başımı dik tuttum. Ağa’m sol tarafında duran kağıtla tükenmez kalemi eline alıp kitabın üstüne koydu. Kağıdın yukarısına bir tane, aşağısına iki tane nokta koyarak bunları bir çizgi ile birleştirdi. Ardından bir daire çizerek sağ tarafına bir kol çıkardı. Sonra defteri bana uzatarak:

      –Bunları sen çiz, bakayım, dedi.

      Beni bir gülme tuttu. Sanki toprak yolda dere tepe giden bir motosiklet gibi hırıltılı bir ritimle gülüyordum. Neyseki bu defa kendimi hemen toparladım. Ağa’mı kızdırmamak için hemen ciddileştim. Bir hafta sonra Rusça büyük ve küçük “a” olduğunu öğrendiğim bu harfleri Ağa’mdan daha iyi çizmiştim. Hem de nokta falan koymadan başarmıştım yazmayı.

      Kendi ağzımla başımı belaya sokmuştum.

      Ağa’m:

      –İstersen sana Rusça bilen bir öğretmen tutalım, dedi.

      İçimden “hayır” desem de sahte bir gülümseme ile mutlu olduğumu belirttim. Hemen ertesi günden başlayarak Rus öğretmen ders için gelmeye başladı. Rusça öğretmenim de dindar birisiydi. Rusça’yı düşmanla tartışmak için öğrendiğini söylüyordu. Ben ise bu yabancı dili öğrenmek istediğimi söyleyip, kendi kendime düşmanlık yapmıştım.

      Ben Rusça öğrenmeye başladığımda Ruslar henüz Afganistan’ı işgal etmemişti. O zaman düşman olarak yerli Komünistleri görüyorduk. Öğretmen o kadar güzel anlattı ki iki ay içinde bütün harfleri öğrenmiştim. Bu öğretmenin sevmediğim tek şeyi, ders anlatırken ağzından etrafa, elimin üstüne, yüzüme hatta bazen ağzımın içine kadar gelen tükrükleriydi.

      Bir gün ders bitmiş öğretmen gitmeye hazırlanıyordu. Yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:

      –Afganistan’ın geleceği sizin elinizde. Bu dili ne kadar iyi öğrenirsen, düşmanla o kadar rahat mücadele edersin, dedi.

      Biraz tedirgin bir şekilde etrafa baktı ve “Ağa, bu söylediklerimi öğrenmesin, olur mu?” dedi. Korkmadığını göstermek istiyordu ama Ağa’mdan çekindiği açıkça belliydi. Ben “Bilse ne olur?” diye sorunca iyice panikledi. Biraz tereddüt ettikten sonra: “Belki kızar!” dedi. Sözlerinin benim üstümdeki tesirini ölçmek için yüzüme dikkatli bir şekilde bakarak:

      –Belki de beni kovar, yeni bir öğretmen bulur.

      “Başka bir öğretmen bulur!” sözcüğü beni de öğretmen kadar heyecanlandırdı. O anda gözlerimin önüne medresedeki Molla Cabir’in korkunç yüzü geldi. Sağ dirseği ile hırkasını geri itti, elini yan tarafına dayayarak şişman karnının üstünde dik duran kırbacını gözlerimin önünde canlandırdım.

      Onun acımasız “kamçı” vurulması ile ilgili kararları, ve sırtımızda patlayan kamcı sesleri kulaklarımda çınladı. O, hiç bir zaman Ağa’mın korkusundan bana kamçı vurdurmasa da, titrediğimi hissettim. Yavaşça, “Söylemem” dedim. Öğretmen de sakinleşmişti. Gülümseyerek eliyle saçlarımı okşadı. Sonra tombul dudaklarını saçlarımın üstüne yapıştırıp öptü. Bana öyle geldi ki tükrükleri saçlarıma yapışmış, ağzındaki sular derime kadar akmıştı. Öğretmen gider gitmez, hemen bahçedeki çeşmenin altına kafamı sokarak iyice yıkadım.

      Farsça öğretmenim aynı zamanda Kabil’in kenarındaki İmam Hasan Camisi’nde imamlık yapıyordu. Onun da Ağa’m gibi bembeyaz sakalı vardı. Bıyıkları ise dibinden kesikti. Kafasındaki saçlar her zaman ustura ile kazınmış olurdu. Masmavi gözleri ile nisbeten parıltılı sakalı arasında her zaman bir uyumsuzluk hissederdim. Yazarken sol elini kullanırdı. Nedense sağ elini fazla kullanmazdı ama tam bileğinde tuhaf bir kesik izi vardı. Herkes onu, İranlı Molla Haşim olarak bilirdi.

      Halk arasında Molla Haşim’in büyük saygınlığı vardı. Pürüzsüz ve sağlıklı yüzü onun yaşından daha genç gösteriyordu. Her zamanki gibi Rusça öğretmenim gittikten yarım saat sonra o gelirdi. Bu defa geldiğinde Rusça öğretmenimin saçlarımdaki tükrüğünü yeni temizlediğim için saçlarımdan sular akıyordu. Defterimi koltıuğumun altına sıkıştırmış merdivenlerden çıkarken Molla Haşim’le karşılaştım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken koltuğumun altındaki defteri çekerek: “Defter ıslanacak!” dedi.

      İçeri geçip saçımı kuruladım ve geri döndüm. Molla