Скачать книгу

sonradan öğrendim.

      Rusça öğrendiğim zamanlarda sık sık Ağa’mı ziyarete gelen insanları bir köşede oturarak dinlerdim. Siyasi sohbetler beni mıknatıs gibi çekiyordu. Bazı kelimeleri anlayamıyordum: Milli Sosyalizm, sağcılar, solcular, libareller, demokratlar, muhalifler gibi kelimeler, beni epeyce düşündürüyordu.

      Bu kelimeler arasında en fazla “cihat” kelimesini duyuyordum. Ağa’m konuştukça evde bulunan misafirler not alıyorlardı. Anladığım kadarıyla cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili tavsiyeler veriyordu. Bazen siyasi tartışmaların en ateşli bir yerinde konuşmalar Arapça’ya dönüyordu. Ancak, konuşmalarda geçen “cihat”, “şürevi”, “cengi cihan” gibi kelimelerden konunun ne olduğunu anlayabiliyordum.

      Evimizde sık sık şiir geceleri ve ilmi konuşmaların yapıldığı toplantılar da düzenleniyordu. Kabil’in yüksek tahsilli insanları bu toplantılara katılıyordu. Bazen Afganistan’ın değişik şehirlerinden gelen misafirlerimiz de oluyordu. Ağa’mın teklifi ile her dafasında bir misafir, toplantıyı yönetiyordu. Toplantının en sonunda Ağa’m bütün konuşmaların bir özetini yaparak toplantıyı bitiriyordu.

      Bir gün doğa olaylarının konuşulduğu ilginç bir sohbetin şahidi oldum: İmam Cevahir, yağmur ve rüzgarın oluşması ve onların birbirlerine etkisi konusunda yaklaşık yarım saat konuştu. Ben, toplantının başından beri kafama takılan bir soruyu sormak için fırsat kolluyordum. İmam Cevahir’in sözleri biter bitmez, ayağa kalkarak, meclis adabına uygun elimi kalbimin üstüne koyarak titrek bir sesle:

      –Sahip İmam, bulutlar süzülerek nereye gidiyorlar?

      Ağa’mdan başka herkes gülmüştü. Hatta yüksek sesle kahkaha atanlar bile vardı. Bu gülüşmelerden o kadar sıkıldım ki, yüzüm kızarmaya başladı, ateş yavaş yavaş vücudumun her tarafına yayıldı. Sanki altıma kaçıracaktım. Bacaklarımı sıkarak bir Ağa’ma bir de İmam Cevahir’e bakıyordum. Sonra toplantıdaki insanları süzerek, beni bu sıkıntıdan kimin kurtaracağını anlamaya çalışıyordum. Neredeyse “imdat” diye bağıracaktım. Birden, toplantı bitince herkesin birbiriyle el sıkışarak vedalaştığı o an aklıma geldi. İçimden “Keşke şimdi herkes vedalaşsa!” diye geçirdim.

      Tam o anda İmam Cevahir, yaşlı bedenini kilimin üstünde toplayarak nargilesinin marpucunu eline alıp ağzına götürdü. Ağa’m ise her zamanki sakinliği ile oturuyordu ama ben onun ruhunun çaresiz bir şekilde nasıl çırpındığını hissedebiliyordum. Daha önceki toplantılarda son sözü demek için herkesten izin isterdi ama şimdi aceleyle konuşmaya başladı:

      –Öncelikle alimlerin huzurunda saygısızlık eden oğlumun sorusunu cevaplandırayım.

      Ağa’m bana ilk defa “oğlum” diye hitap edince duygusallaştım ve vücudumun ateşi daha da arttı. Ancak, bu defa sevincimden ateşim yükselmişti. Altıma kaçırdığımı unutmuş, Ağa’m sözlerinin öncesinde ne dediğini anladığımda o devam etti:

      –Biz “buluş” denilen her yeniliğe dikkat edecek olursak, insanın her şeyi doğadan aldığını görürüz. Eğer uçak, kuşların teknolojik modeli ise gemiler de balıkların demirleşmiş şeklidir. Ağır silahlar, Japonya’ya atılan atom bombası, volkan ile mantarın ortak şekli değil midir? Mantar zehirlenmesi mide ve bağırsakları aynı radyasyon zehirlenmesi gibi etkiler. Sadece Allah, her şeyi insan için ve onun devamlılığını sağlayan kainat için yaratmıştır. İnsan ise bunların benzerini kötü niyetler için yapmıştır. Biraz daha net konuşursak, buluşu yapanlar değil, o buluşu kullananlar kötü niyetli oldular.

      Bulutlar aşıktır, onlar kendi maşuklarını toprakta kaybedip, göklere çıkmışlar. Bütün dünyayı dolaşıp maşukları bulamayınca gözyaşı akıtmaktan başka yolları kalmamış. Toprak yeşerttikçe yeşertiyor ki, belki bulutların maşuklarını onlara gösterebilsin. Ulu Rumin’in dediği gibi: “ Bulutlar ağlamasa, çimenler gülmez!” Alah insanı kendisine hem de doğaya borçlu yarattı.

      Ağa’mın sözleri her zamanki gibi dua edilerek alıkşlandı. Ben sevinç içinde çırpınıyordum. Ağa’m gibi güçlü bir koruyucum olduğu için gururluydum. Bu tarihten sonra bulutların hareketini izlemek benim en önemli işim oldu. İzlediğim beyaz, siyah, gri, hatta nadiren de olsa kırmızı renkli bulutlar gerçekten de ağlıyorlardı.

      Ben büyüdükçe, Ağa’mın Afganistan hakkında dedikleri bir bir çıkıyordu. Gerçekten de İslamiyet hakarete uğramıştı. Çünkü Sovyet ordusu Afganistan’daydı. Bundan iki yıl sonra ben 10 yaşına girmiştim. O yıl doğum günümü komşumuzun iki oğlunun aynı anda şehit olması nedeniyle yapamamıştık. Sonraki iki yılda da durum aynı oldu; çünkü bizim sokakta hep şehit çadırı vardı. Bu yıl ortalık daha sakindi; çünkü Sovyet kurşununa hedef olacak kimse kalmamıştı. Kalanlar ise farklı sebeplerden dolayı bu kavgaya katılmıyordu. On üç yaşındaydım ve sanki bu yıl doğum günü kutlayacaktık. Doğum günüme günler kalsa da evde hummalı bir hazırlık vardı. Annemle babam, benim doğum günüm nedeniyle Ağa’mın bize geleceğini umuyorlardı. Bütün bunları onlardan duymasam da hareketlerinden hissediyordum. Çünkü konuşmalar genellikle fısıltı halindeydi ve benden gizlenirdi. Ağa’mın bize geleceğini ümit etseler de ikisi de buna pek inanmıyordu. Bunu ya zeki olduğum için ya da ailemin saf olması nedeniyle anlıyordum.

      Nihayet Dursun bize geldi. Yüz ifadesi pek hoş olmasa da zorla gülümsemeye çalışıyordu. Avluda duran babamın yanına gitti. Ayakta yapılan konuşmalardan durumun iyi olmadığını anlamıştım. Dursun günahkar adamlar gibi neredeyse iki kat eğiliyordu. Ağa’m doğum günü kutlamasının kendi evlerinde yapılması için haber göndermişti. Sanırım gelen sipariş olumlu değildi. Pür dikkat babama ve biraz geride onları dinleyen anneme bakıyordum. Babam birkaç defa “Başım üstüne!” diyerek verilen kararı saygı ile karşılayacağını belirtiyordu.

      Ailemin suratı ertesi gün öğlene kadar düzelmedi. Ağa’mın bizi affederek evimize geleceği hayallerimiz boşa çıkmıştı.

      Doğum günümden iki ay önce Ağamlara geldik. Gerçi hafta sekiz, biz dokuz bir aradaydık. Daha doğrusu ben bu evin bir ferdiydim. Bu defaki gelişimiz doğum günü için bazı hazırlıklarda yardım istemekti. Ağa’m doğum günüyle ilgili herhangi bir şeyin komşular tarafından bilinmesini istemiyordu. Ama hizmetçilere ek olarak bir hizmetçinin daha gönderileceğini söyleyince içimde tuhaf bir sevinç havası esmişti.

      Sabahın tez gelmesini ve gönderilecek hizmetçilerin kimler olacağını görmek istiyordum. Bununla ilgili hiçbir şey bilmesem de içimde güzel bir haber alacağıma dair bir his vardı. O sabah Ağa’m Dursun’u çağırarak, birinci kulübedeki Hazaraların, en baştaki ailenin yanına taşınmasını ve hemen onun yanına yeni bir kulübe yapılmasını istedi. Boşalan kulübeye de anne ve kızdan oluşan başka bir hizmetçi taşınacaktı. Ben, merakımı yenemeyerek yeni hizmetçilerin ne zaman geleceğini sordum. Ağa’m beni kırmamak için özel bir gayret sarfetti. Büyük insanlara verilen cevap gibi saygılıydı. Cevabı kısa, bakışları tuhaftı. Sanki gözlerinin derinliklerinde var olan ne idiyse onu herkesten gizlemek için bakışlarını Kabil dağlarının zirvesine çevirdi.

      Ağa’mın dediği zamanda hizmetçiler gelmişti. Böylece benim de hayatımda yeni bir dönem başlamıştı. Kalbimi, duygularımı sürekli okşayan bu dönemin aynı zamanda bana problemler yaşatacağını düşünemezdim. Uzun yıllar kalbime yerleşen duyguların aşk olduğunu anlamaya başladığımda bu duygular beni ateşlendiriyor, düştüğüm zor durum ise varlığını küle döndürüyordu.

      Ağa’m benim için sanki doğum günü değil de bir düğün hazırlığı yapıyordu. Bodrumun kapısının önüne konulan bir makinadan şeker kamışı suyu çekiliyordu. Bahçede üç büyük pilav kazanı