Yaylada hoşlanmadığım tek şey yıkanmış yünün kokusuydu. Hatta döşemeye serilen halılar tertemiz, çiçek gibi oluyordu ama burnuma dolan islak yün kokusu nedeniyle halıdan uzak duruyordum. Sanki bu koku içime işliyordu. En çok babamla sohbet edecek zamanımız olduğu için yaylaya gitmekten hoşlanıyordum. Yaylada babamla güzel vakit geçiriyorduk. Onunla sohbet etmek imkanımız oluyordu. Yine böyle bir zamanda bana: “Hiç bir kıza yalan yere ümit verme. Evlendiğin kadını ise boşamamaya gayret et!” demişti. Mücadeleci bir hayatım olsa da, hayatın genel kanunlarına uysam da babamın vasiyetini bozacağımı nereden bilebilirdim ki? Hem de tekrar, tekrar bozacaktım!
Babamın vasiyetine uymayınca azap çekeceğimi, hayatın beni kadınlarla sınav edeceğini nereden bilebilirdim? Ben büyüdükçe annemle babamın gözleri ışıklanıyordu. Bir gün Ağa’mın kendilerini af edeceğini ümitle beklemeye devam ediyorlardı. Sanırım bu af, sadece benim Kumru ile evlenmem sonucunda gerçekleşecekti. Ancak kader annemle babam için böyle bir fırsat vermeyecekti.
Radikal İslamcı bir genç 1982 yılının yaz ayında annemle babamı kurşunladı. Babam teröristin niyetini anlayarak kendisini annemin önüne atmıştı ama karın boşluğundan geçen ilk mermi annemin karaciğerini dağıtmıştı. Birkaç mermiden sonra tabancası tutukluk yapan terörist tabancasını orada atarak kaçmıştı. Ne yazık ki bu teröristin izini bulamadılar.
Bu olaydan iki gün önce annemle avluda çay içerken, aniden: “Benim neden kardeşim yok?” diye sormuştum. Annem utanarak hafifçe kızardı. Bana sitemle: “Utanmaz!” dedi. Gözlerinin yaşardığını görünce bu soruyu sorduğum için pişman olmuştum. Annem yerinden kalkıp eve gitti ve az sonra geri döndü. Parmakları ile saçlarımı tarar gibi yaptı. Sonra baş parmağım büyüklükte kadifeden dikilmiş bir torbayı boynuma astı. Sonra ipek gibi yumuşak elleri ile yüzümü tutarak kafamı biraz yukarıya kaldırdı. Avurtlarımı sıktığı için dudaklarım öne doğru çıkmıştı. Birkaç saniye gözümün içine bakarak:
–Bunu sakın kaybetme! Annenin nefesi var onun üstünde, seni koruyacaktır.
Gözlerinde biriken gözyaşı alnıma damladı.
–Niye ağlıyorsun anne?
–Sevincimden oğlum, sevincimden!
Ondan duyduğum son sözler bunlardı. Ertesi gün de bu facia oldu. Annem olay yerinde rahmetli oldu. Babam ise altı ay hastanede yattıktan sonra bastonla yürüyebildi.
Gün geçtikçe evdeki hava ağırlaşıyordu. Babam ağrılarını ve içinde bulunduğu durumu unutmak için kendisini içkiye vermişti. Bazen o kadar sarhoş olurdu ki ayakta durmakta zorlanırdı ama kimseye zarar vermezdi. Sarhoşken beni görmeye, ayıkken de Ağa’mı görmeye gelirdi. Sanki kurtuluş arıyordu. Babamın her iki hali de beni üzüyordu. Ağa’m da onun bu haline üzülüyordu ancak onu sakince dinlemekten başka bir tepki vermiyordu. Feleğin babamı da bana çok göreceğini nereden bilebilirdim. Bir yıl sonra da bütün malının bana verilmesini vasiyet ederek sesizce ortadan kayboldu.
Yalnız kalınca Ağa’mın evine yerleştim. Kendimi çok şanslı hissediyordum. Artık sürekli sevdiğimin yanında olacaktım. Ancak bu olay aklıma gelince şimdi bile utanıyorum. Ailemin ölümü bana başka bir mutluluk vermişti. Büyüdükçe gam ve kederim de büyüyordu. Neyse ki defter kalem ile aram iyiydi, kendimi onlarla meşgul ediyordum. Yoksa ben de mahallenin diğer gençleri gibi uyuşturucu bağımlısı olurdum. Belki de farklı bir olayın kurbanı olurdum. En iyimser ihtimalle muhacirlerle birlikte dağlara çıkmış olurdum. Gerçi muhacirlere sempati ile bakıyordum ama bunun bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyordum.
Çocukluğumdan beri yeşili ve suyu çok seviyordum. Bu tutkum yeni oyunlar icat etmeme neden olmuştu. Medreseye gidinceye kadar bahçe kapımızın yanında meşe–meşe oyunu icat etmiştim. Ağaçların yapraklarını kopararak onları ikiüç karış uzunluğundaki toprağa diker ve sulardım. Tabiki yaprakların doğal suyu bitince solmaya başlarlardı. Ağa’mın kuraklıkla ilgili fikirlerini dinledikten sonra hidroloji mühendisi olmaya karar vermiştim. Çünkü bu kuraklıklar, zaman zaman Afganistan’da hükümetleri bile değiştirmişti. Hidrolog olmaya karar verince de, bu işin içine girmeye başlayınca da o meşe meşe oyunlarını sık sık hatırlardım.
Kendimi bildim bileli bu fikirleri kafamdan geçiriyordum. Afganistan’ın haline bakınca ya yağmur sularını toplamayı veya yer altından su çıkaracak teknolojileri düşünüyordum. Böylece ülkemizde çok sayıda göl olacak, etrafları ağaçlarla bezenecek, kayalıkların etrafında yeşillikler bitecekti. Aslında bu fikirleri Ağa’mdan almıştım.
Bir defasında çok güçlü bir sel Kabil’i bastı. Bu korkunç olayı evimizin avlusundan seyrediyorduk. Yerin altından gelen sular bizim evin karşısındaki yolun sol tarafını patlatarak havaya fışkırıyordu. İçimden bu suyun hiç kesilmemesi için dua ediyordum. Birkaç saat sonra o havaya fışkıran sular önce yavaşladı sonra tamamen kesildi. Yağmur sonra topraktan yayılan koku beni büyülüyordu.
Ağa’ma dönerek:
–Ağa, bu sel neden deniz olmadı, dedim.
Ağa’m ciddi bir şekilde yüzüme bakarak:
–Sular yeryüzünde nasıl akıyorsa, yerin altında da aynı şekilde akıyor. Hatta gökyüzünde de, dedi.
O anda bu sözleri pek anlayamamıştım. Zaman içerisinde bu fikirler zihnime yerleşmişti: Yer altında tektonik olayların meydana gelmesi, bulutların yer değiştirmesinin sebeplerini, suların farklı oranda birleşimleri ile ilgili bilgilerim arttıkça, doğa ilimlerine olan merakım da artıyordu. Suya olan ilgimi anlayan Ağa’m beni, “Naqlu”, “Qargha”, “Şah ve Arus”, “Bend–Emir”, “Dehle” barajlarına götürmüştü. Dehle barajına iki defa gittik. İkinci gidişimiz daha ilginç olmuştu: Barajın yakınlarındaki antik köyde Ağa’mın eski bir tanıdığının evinde üç gün kaldık. Gündüzleri balık tutmak ve sandalla gezmek için baraj gölüne gidiyorduk. Burada gördüğüm güzellik bana Sara’nın gözlerindeki güzelliği hatırlattı. Suların dibindeki yosunları görünce sanki benim mutlu olmam için Sara’nın gözlerinin rengini buraya aktarmışlar gibi geldi.
Böylece yıllar geçti. On altı yaşına geldiğimde Ağa’mla beraber Türkmenistan’ın sınırına altı günlük bir gezi yaptık. İki araba ile yola çıkmıştık. Bizim arabayı Ağa’m kullanıyordu. Ön koltukta ben, arkada ise Kumru ile Sara oturuyordu. Diğer arabada ise Dursun ile karısı ve Zühre Bibi’m vardı. Mürgab Çayı’nın küçük bir kolu ile beslenen gölün sahilinde mola verdik.
Ağa’mın bu geziyi benim suya olan ilgimi artırmak için düzenlediğine emindim. “Pınare Abı germ”13 adındaki bu küçük gölün her tarafından buharlar yükseliyordu. Ağa’m bu gölün özelliğinden ve faydalarından epeyce bilgi verdi. Bu nedenle araba durur durmaz ilk olarak ben indim ve gözlerim yüzen salı aradı. Sudan tuhaf bir koku geliyordu. Biraz uzaktan masmavi görünen bu göl, yakına gelince yemyeşil olmuştu. Tahminen bir hektarlık alanın dörtte üçü kayalıklarla kaplıydı. Gölün kaynağı iki ayrı yerden çıkıyordu. Kayaların olduğu taraftan çıkan su, buz gibi, diğer taraftan çıkan su ise kaynar denecek kadar sıcak ve kokuluydu. İlginç olan ise gölün suyu birbirine karışmıyordu.
Ağa’m yere iner inmez kokulu su ile elini yüzünü yıkadı. Kumru burnunu tutarak arabaya geri döndü. Sara ise aynı Ağa’m gibi yaparak bir avuç suyu yüzüne çarptı. Sonra kendisini izlediğimi görünce hafifçe gülümseyerek sanki “Senin için her şeye varım!” demek istiyordu. Tam o anda milli Afgan kıyafeti giymiş yaşlı birisinin bize doğru geldiğini gördüm. Başında pakol ve üstünde her Afganlının giydiği uzun, düğmeli ceketin her tarafı kir içindeydi. Özellikle ceketin ceplerini kapatan parçanın rengi, üstündeki kir