Sabir Şahtahtı

Yosun Kokusu


Скачать книгу

koku salardı. Ben de bunu bildiğim için her çocuk gibi sohbeti annemle babamın aşk hikayesine getirmekten zevk alırdım. Annem, Nizami Gencevi’nin kendi aşklarını Leyla ile Mecnun’da yazdığını anlatırdı. Bu destanı okumasam da hakkında çok şey biliyordum.

      Annem doktor, babam mühendisti. Ancak her ikisi de saatlerce siyasetten konuşurlardı ama yorulmazlardı. Sohbetin konusu genelde Afganistan’dı. Büyüdükçe, vatan sevgisinin onların aşkına ilave güç kattığını anlamıştım. Annemin çok nadir hallerde kahkahayı andıran gülüşü olurdu. Böyle zamanlarda yanaklarında oluşan gamzeleri ona farklı bir güzellik verirdi.

      Kestane renkli saçları açık olunca yüzünün büyük bir bölümünü kapatırdı. Onun çok güzel göründüğü bu halini sadece evde ve babamla konuşurken görürdüm. Boyları aynı olsa da annemin zayıf oluşu bazen de yüksek topuklu ayakkabı giymesi onu babamdan daha uzun gösterirdi. Her zaman bu boy meselesinin farkına varınca elimde olmadan içimde tuhaf bir gülümseme oluşuyordu. Afgan anlayışı ile dersek, kadın erkekten uzun olmamalıydı. Babamı ise aslen bir Afganlı gibi düşünüyordu: Heybetli duruşu, sert bakışları, oldukça kuvvetli elleri vardı. İri gövdeli olsa da çevik hareketleri ile insanı şaşırtıyordu. Çoğu zaman resmi, yani Avrupalılar gibi giyinirdi. Nadiren giydiği Afgan milli kıyafetleri de ona çok yakışırdı. Başında pakol2 görünce, kendimi güvende hisseder, sevinirdim. Bu sevinci bana yaşatan medresedeki çocukların kendi aralarında devam eden konuşmalarıydı.

      Ülkede medeni hayat tarzı ile yaşayanların az olması nedeniyle onların medeni giyim tarzları dikkat çekiyor, bu nedenle ben sürekli olarak diğer çocukların baskılarına maruz kalıyordum. Kendim Afgan milli elbiseleri giymeme rağmen babamın kravat takması nedeniyle ülkeye ihanet etmiş gibi bir tavır görüyordum.

      Çikolata rengindeki pakol babamın heybetini biraz daha artırıyordu. Bana göre babam milli kiyafetler içinde olunca bedeni, demir zırh gibi ok geçirmez oluyordu. Alışkanlık gereği evde milli kiyafetlerde dolaşırdı. Veya çok nadir hallerde araba ile uzak bir yolculuğa çıkınca yerel kiyafetler giyerdi. Medresedeki çocuklar, onu bu kıyafetle görmedikleri için çok üzülürdüm. Çünkü babamın, medresede veya sokakta millilikten, vatan sevgisinden konuşanlardan çok daha vatansever olduğundan emindim. O, Afganistan’ı çok severdi. Ülkemiz için canından bile vaz geçebilirdi. Bütün bunları aklım erdiğinden beri biliyordum. Çünkü babamla ilgili acı–tatlı bir sürü hatıralar aklımdaydı. O, sadece annemin karşısında ipek kadar yumuşak olurdu. Bunun asıl sebebini ergenliğe vardığımda anlamıştım: Onu annemin huzurunda mum gibi eriten aşktı.

      Ailemizin büyüğü, babamın amcasıydı. Aile denince, o kadar da kalabalık değildik. Annemle babamın tek çocuğu, amcamın ise bir kızı ve bir torunu vardı. Uzak akrabalarımızın her birisi ise Afganistan’ın farklı yerlerinde yaşıyorlardı. Belki de bizden uzaklaşmışlardı. Ülkeden kaçmaya mecbur olanları ise hiç anlatmıyorum. Amcamın uzak akrabalarından bazıları ise farklı şehirlerde yaşadıkları için gidiş–gelişimiz yok gibiydi.

      Sonsuz bir saygıyla sevdiğim bu akıllı insanı başkaları da benim gibi “Ağa” diye çağırırdı. Yüksek okul eğitimi almak için Ağa’mla birlikte Moskova’ya gidince onun pasaportuna tesadüfen baktığımda onun adının “Ağa Mehdi” olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Ağa’mın Zühre adlı çok sevdiği bir kızı vardı. Onu da “Bibi3” diye çağırırdım. Ağa’m kızı Zühre ile babamın evlenmesini çok istemiş. Ancak babam, anneme aşık olduğu için annemle evlenmiş.

      Ağa’m bu nedenle babama kızgın olsa da dedemden kalan mirası zamanı gelince babama vermişti. Annemin dediğine göre amcasının kızı da babamı sevmiyormuş. Belki de böyle değildi; annem kendisini haklı çıkarmak için böyle söylüyordu. Ağa’mın kızı, babamla evlenmediği azmış gibi evlendiği diğer adamın kaderi de iyi olmamıştı. Kocası, ordusu komutanıyken, mayına basarak ölmüştü. Bu olayların ailemizde yarattığı travmayı ergenlik çağlarımdan beri biliyordum. Buna rağmen konu ile ilgili kimseye birşey sormamıştım.

      Biz, sık sık Ağamlara giderdik. Kar gibi beyaz sakalı ona tuhaf bir görünüm kazandırmış, nurani bir yüzü vardı. Yazın bunaltıcı sıcağından, kışın ayazından yüzleri bozaran Afgan erkeklerinin, mangalda yeni kızaran kebap gibi kırmızı suratlarının Ağa’ma benzemesini çok istiyordum. Onun gibi beyaz sakallı ve nur yüzlü olmasını bekliyordum. Yaşım ilerledikçe Ağa’mın babasının ve kaynatasının Nogay Türk’ü4 olduklarını öğrendim. Bütün bunları annem bana anlatıyordu. Ancak Ağa’m kendisini Türk olarak görmüyordu. Çünkü bazen “Elhemdülillah ki ma temiz Afgan ve Müslüman estim”5 derdi. Onun kendi ağzından hiçbir zaman “Türk” olduğu ile ilgili tek kelime duymadım. O gerçek bir Müslüman olmakla beraber, sanki insanlarda Müslümanlığa karşı ilgi yaratmak için yaratılmıştı. Onun akıllı davranışları, güzel sohbetleri, başkalarını sabırla dinlemesi, her zaman bana zevk verirdi.

      Ağa’m bilgili ve akıllı olduğu gibi, kısa ve somut şeylerden konuşmayı başarıyordu. O, Ruslarla ilgili olarak: “Rusların gelişi6 İslam’a hakarettir. Buraya yerleşebilseler facialar, gitseler felaketler olacaktır,” derdi. Bu dediği üç şeyin hepsi de gerçekleşti. Hem de aralıksız ve birbirinin devamı olarak gerçekleşti. Hem de Ağa’mın söylediği gibi… Bazen de Ağa’mın fikirlerini değil, arzusunu söylediğini düşünüyordum. Belkide böyle olması için dua ediyordu. Bazen de böyle düşündüğüm için kendime kızıyordum. Çünkü, Ağa’m Afganistan’ın geleneklerinin yaşamasını, halkın refahını herkesten daha fazla isterdi ve hiçbir zaman Afganistan’a beddua etmezdi.

      Ağa’mın kalbinin derinliklerinde anneme ve babama karşı kırgın olduğu onun her hareketinden belli oluyordu. Belki de böyle değildi: Ben olayları bildiğim için Ağa’mın her hareketine bir anlam yüklüyordum. Babam onunla her görüştüğünde neredeyse onun ayaklarına kapanacaktı. Babam hiçbir zaman Ağa’ma karşı saygıda kusur etmiyordu. Ağa’m da babama karşı kötü davranmıyordu ama onu affetmediği belliydi. Ağa’mın eşi rahmetlik olalı çok olmuştu. Ağa’m hiçbir zaman evlenmedi. Bu durum Afganistan’da görülmüş bir şey değildi. Konuşulanlara göre komşumuz Hasretadlı adam, karısını mezarlığa gömüp evine döndüğünde, çoktandır göz koyduğu bir kadını kendisi ile beraber evine getirmişti.

      Psikolojik rahatsızlık yaşayan kızı Ağa’ma azap veriyordu. Ağa’m inançlıydı. Defalarca: “Allah’ım, beni bu beladan rahat bir ölüm vererek kurtar,” diye dua ettiğini kulaklarımla duymuştum. Her defasında ellerini havaya kaldırıp fısıltı ile dua ettiğini görünce ona kulak veriyordum: Acaba aynı şeyleri söyleyecek miydi? Evet, söylüyordu. Ancak iki sebepten dolayı bu duanın yürekten okunduğuna inanmıyordum: Birincisi Ağa’mın dindar olduğunu bildiğim için onun duasının kabul edilmemesine, ikincisi ise, o ölürse kızının yetim kalacağı için bu dua gerçek olamazdı. Bütün bunlardan çıkardığım sonuç; Ağa’m kızının kaderi ile barışamıyordu. Bu yükü taşımak günden güne ona zor geliyordu. Yaşlılık her geçen gün Ağa’mı güçten düşürüyor, hastalık ise hergün bibimin derdini ağırlaştırıyordu. Böylece onların varlığı arasındaki uyumsuzluk gittikçe güçleniyordu.

      Suçlu babam mıydı? Beni uzun yıllar düşündüren bu sorunun cevabını bulamasam da anlıyordum ki, hem babam hem de annem benim geleceğimden korktukları için Ağa’mın huzurunda mum gibi oluyorlardı. Zühre Hala’m hergün değişik bir şekilde Ağa’mın yakasından tutup, rahatsız ediyordu. Aslında bu durum