Sabir Şahtahtı

Yosun Kokusu


Скачать книгу

izin vermiyordu. Kumru ile bir araya getirmek için de özel bir çaba harcıyordu. Bu çabalar tam aksine beni daha çok Sara’ya bağlıyordu. Bütün bu işler için Ağa’mın Zübeyde’ye emir verip, vermediğini çok merak ediyordum. Sonra “Bu akıllı ve gururlu adam bunu yapamaz!” diye düşünüyordum. Ancak biz Afganlılar işaret dilini konuşma dilinden daha iyi anladığımız için Zübeyde, Ağa’mın düşüncelerini okuyordu.

      Ben, her hareketimle Sara’yı kendime bağlamıştım. Aramızda her geçen gün biraz daha kuvvetli bir duygu gelişiyordu. Bizim evde hiçbir zaman hizmetçilerin yeme–içme ve giyim problemi olmazdı; Çünkü biz ne yersek onlar da aynı yemeği yiyorlardı. Buna rağmen sık sık ona tereyağlı çörek götürüyordum. Bir gün hiç unutamayacağım bir hadise oldu. Çok ilginçtir ki uzun yıllar ard arda vatan ve aile problemleri yaşasam da bu olayı unutamadım: Aynı gün Sara ve anası Feride’nin bizim eve taşınmalarının bir ayı dolmuştu. Ancak bu müddet bana çok uzun gelmişti. Sanki biz Sara ile aynı evde doğup büyümüştük. Pencereden bakınca Sara’nın bahçede tek başına olduğunu gördüm. Hemen ekmek üzerine incir reçeli sürerek bahçeye çıktım. Birisi görse bile durumu anlayamazdı. Sara’nın yanına yaklaşıp ekmeği ona verdim. Tam yemek üzereyken Zübeyde beni çağırdı. Yanına gittim, bana bir şeyler söyledi, Sara’nın yanına döndüğümde gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Kumru, reçelli ekmeği Sara’nın elinden alarak köpeğe atmıştı. Köpek ekmeğin önünde, kafasını ön kollarının üstüne koyarak ekmeğe bakıyordu. Sanki başkasının yemeğine tenezzül etmiyor gibiydi. Zavallı Sara’m, benim dönmemi beklediği için bir lokma bile almadan ekmeği elinden alınmıştı.

      Bu olayı unutamadım. Sanki Sara ile aramızda oluşan güzel duyguları parça parça ederek köpeklere atmışlardı. O sinirle yumruğumu sıkarak Kumru’nun üstüne yürüdüm. Tam o anda Sara ile bakışlarımız çakıştı. Sakin olmamı istediği her halinden belli oluyordu. O bakışlar karşısında ellerim boşaldı ve yanıma düştü. İçimdeki kin ve nefret sanki bir anda filizlenerek bütün vücuduma hakim oldu.

      Bizim ailede hiç kimse ne burka11 ne de çarşaf giyerdi.

      Bibi’mden başka kadınların hepsinde baş örtüsü vardı ama herkes istediği gibi bağlardı. Bu özgürlüğü onlara hatta hizmetçilere Ağa’m vermişti. Sara ve Kumru da eşarp bağlıyorlardı. Kumru siyah bir kumaştan elde dikilmiş eşarp Sara ise farklı renklerde ama eski şallar bağlıyordu. Bu rengli şalların altında yuvarlak yüzü, gurub vakti güneşe benziyordu.

      Çocukken en çok sevdiğim Nevruz Bayramı, İstanbul’daki düğün faciasına kadar unutamadığım güzel olaylardandı. Kabil’deki evimizde Nevruz için özel hazırlık yapılırdı. En çok sevdğim boyalı yumurtalardı. Zübeyde bunu bildiği için yumurtaları Şubat’ın üçüncü haftasından boyamaya başlardı. Ben yumurtadan bıkana kadar bunu yapmaya devam ediyordu. Nevruz Bayramı’nda topladığım yumurtalarla kendimi zengin birisi olarak görürdüm.

      Bazen de bana verilen yumurtaları kendim tokuşturarak kırıyor, sokakta yumurta tokuşturmadan kazandığımı söylerdim. Ağa’m benim yumurtalara olan ilgimi bildiği için İsfahan’dan tahtadan yapılmış yumurtalar getirtmişti. Rengi, şekli hatta ağırlığı yumurta kadardı. Bu tahta yumurta ile sokakta çok sayıda yumurta kazanmıştım. Ağa’m bu yumurtayı medreseye ve sokağa çıkarmamam için iyice tembihlemişti. Gerçekten de bu sahte yumurta bana problem yaratabilirdi. Kabil’in piçleri bunu duysaydı cezam çok ağır olurdu. Ben ise büyük ustalıkla, yumurtanın boyası soluncaya kadar tokuşturma işini başarıyla yürüttüm.

      Zühre Bibi’min yemeğini Zübeyde özel olarak hazırlardı. Bibim yemekten sonra azcık olduğu yerde kestirip, daha sonra yatağına giderdi. Çoğu zaman evin köşesindeki beyaz koyun derisinin üstünde, üstüne ince bir pike atılmış, uyurken görürdüm. Sonradan öğrendim ki Zübeyde onun yemeğine afyon katıyormuş. Zühre Bibi’min en çok sevdiği meşguliyet mısır ve nohut kavurmaktı. Bu da sadece kışın soba üstünde oluyordu. Ağa’m onun bu zevkini gidermesi için evin tam ortasındaki ayaklı sobayı kaldırtıp, yere yakın ve biraz daha geniş bir soba koydurtmuştu.

      Bibim mısır patlatırken ben hemen komşu çocukları ve hizmetçilerin çocuklarını bize çağırırdım. Sobanın etrafını çevreleyerek otururduk. Sobanın sıcağı vurdukça Bibi’min kızaran yanakları, ona tuhaf bir güzellik verirdi. İlk işe başlayınca giydiği elbiseleri soba kızarmaya başlayınca tek tek çıkarır, en sonunda üstünde ince bez elbisesi kalırdı. Zübeyde ise yardım etmek için sürekli onun yanında olurdu. Hem de aniden bu ince elbisesini çıkaracağından korkuyor gibiydi. Soba kızardıkça, patlayan mısırlar bembeyaz pamuk kozaları gibi saçılıyor, bunu izleyen Bibi’m kahkahalarla gülüyordu. Mısır patlamaları çoğaldıkça Bibi’m neredeyse gülmekten bayılıyordu.

      Ağa’m bu manzarayı uzaktan izleyip, arada bir gülümsese de gözlerinin derinliğindeki keder her gün biraz daha kalınlaşıyordu. Biz ise patlayıp yere düşen mısırları kapmak için birbirimizle yarışıyorduk. Bazen birbirine çarpan kafalarımızın çıkardığı patırtı, ardından çıkan “of”, “of” sesleri yeni bir mısırın yere düşmesiyle kayboluyordu. Ben ise bu kalabalıktan istifade ederek Sara’nın ellerine rahatlıkla dokunuyordum.

      Nohud ve buğday kavrulması ise bambaşkaydı. Kavurga işi bitmeyene kadar, Bibi’m kimseye vermezdi sadece benim elime arada bir kavurga sıkıştırırdı. Ben de ilk fırsatta onları Sara’nın dudaklarının arasına iterdim. Canı kavurga isteyen diğer çocukların sobaya doğru yaklaşmasını ise uzun tahta kaşığı havada sallayarak önlerdi.

      Bazen uzun kaşığı havada sallayarak:

      –Yakına geleni sobanın üstüne atarım, diye tehtid ediyordu.

      Ben, büyüdükçe Bibi’min bu halini üzülerek seyrediyordum. Kırk yaşlarındaki bu güzel kadın mısır patlatmak, nohut ve buğday kavurgası kavurmaktan başka bir şeyden zevk almıyordu. Bu durumun Ağa’mı nasıl üzdüğünü artık rahatlıkla görebiliyordum.

      Ergen gençlerin en çok sevdiği oyun uçurtma uçurmak ve çizgiden kurtarma oyunu12 olsa da benim ilgimi bunlar çekmiyordu. Çünkü uçurtmanın ipinin elimi kesmesine dayanamıyordum. Daire oyununu da deri kemer dayağı yememek için istemiyordum. Bir defasında yaklaşık bir saat dayak yemiştim. Ondan sonra bir daha bu oyuna yaklaşmadım.

      Bahçemizin arka duvarı boş bir arsaya bakıyordu. Oradaki duvarın önünde topladığımız yassı taşları belli bir uzaklıktan vurmaya çalışıyorduk. Bu oyunu o kadar oynamıştık ki attığımız taşlardan duvara çarpanlar, duvarın tüm sıvasını dökmüştü. Ben solaktım ama iyi nişancıydım. Hatta bir defasında komşumuzun danasını tam kafasından vurmuştum, dana yerde epeyce böğürdü. Bir daha da kimseye, hatta hayvanlara bile taş atmadım.

      Bu taş oyununu da bana Nevid öğretmişti. Beni yenen tek kişi de oydu. Onlarla karşılıklı komşuyduk. Sağır ve dilsizdi. Ancak onun enerjisi kollarında toplanmıştı. Bir defasında bir arkadaşı ile bir kilo ayçiçek helva ile bahse girdi. Bahsin konusu Nevid’in bir yumrukta bir sıpayı yere devirip devirmeyeceği idi. Şöyle bir gerildi ve bir yumrukta sıpayı yere devirdi. Tabi kazandığımız helvayı hep beraber yedik.

      Benden başka tüm mahallenin çocukları onu küçümsüyorlardı. Sonradan anladım ki herkes onun fiziki gücünü kıskanıyordu. Çünkü Kabil’de akıl gücü değil, fiziki güç önemliydi. Ancak keskin nişancı olmak ise fiziki gücü de yenerdi. Kolu kuvvetli, korkusuz olanlar Kabil’de saygı görürdü. Nevid’de bunların ikisi de vardı. Genellikle onunla tüm oyunları ortak oynardık. Biz işaretlerle birbirimizi anlıyorduk. Diğerleri bizim ne konuştuğumuzu