ve küstürmüş. Bu nedenle sadaka istiyor. Ben de her Cuma günü yarım girvenke14 ekmek kırıntısını kayalıklardan göle doğru atıyorum.
Ağa’m ağızlığa takılı sigarasından derin bir nefes aldıktan sonra serçe parmağı ile sigaranın izmaritini yere attı. Tütün tabakasını çıkararak yeni bir sigara sarmaya başladı. Adama doğru bakmadan:
–Gelir! Sal, beni, çocuklarımın yanında mahçup etmez.
Biz yere açılan sofrada karnımızı doyururken salın bize doğru geldiğini fark etmemiştik bile. Ben ayağa kalkıp salın geldiğini söylediğimde, Zühre Bibi’m ve Kumru’dan başka herkes ayağa kalktı. Yere serilen küçük kilimin köşesine oturan Zühre, Kumru’nun başını dizine dayamış onun saçlarını okşuyordu. Kumru’nun saçlarının okşandığını görünce annemi çok özlediğimi hatırladım. Öldüğünden beri ilk defa anne hasretini bu kadar şiddetli hissetmiştim. O anda “Keşke yaşasaydı da, Bibi’m gibi hasta olsaydı!” diye düşündüm. Düşüncemden irkildim ve hemen bu düşünceyi kafamdan çıkarmaya çalıştım; Çünkü annemin Zühre gibi olmasını, onun kadar acı çekmesini asla istemezdim. Ben annemin bu şekilde acı çektiğini görseydim kalbim parcalanırdı.
İlk bakışta bir adayı andıran sal, kalın ağaçlardan yapılmış, üstüne bir karış kalınlığında toprak dökülmüştü. Gölün kenarlarında biten çiçekler sal kenarlarında da vardı. Yüz metre karelik salın üstünde birkaç tane iri taş da vardı.
Birazdan salın üstündeydik. Dursun, salın tam ortasında beline bağladığı uzun ipin diğer ucunu arabanın çeki demirine bağlamıştı. Sal, suyun soğuk bölümünde yavaş yavaş sallanıyordu. Ben sala yüzükoyun uzanmış balıkları seyrediyordum. Az sonra Sara’da yanıma gelerek benim gibi yüzükoyun uzandı. Aramızda irice, yüzeyi delikli, ilk bakışta çürümüş dişe benzeyen iri bir taş parçası vardı. Az sonra toplandık. Sanırım Kumru gibi o da kükürtün kokusundan tiksinmişti… Ancak bir deste yosun toplamıştı yine de.
Sara, elindeki yosunların suyu süzüle süzüle onlardan bir taç örmeye başladı. Belki bahçede olsaydık taçın kenarlarına lale, nergiz, papatya gibi çiçekler de koyacaktı. Şimdi sadece yosunlardan örülmüş tacı başına koydu. Yosunlardan süzülen sular, yüzünden aşağıya doğru akmaya başladı. Bu sular, bir kavunun toprak tarafında beyaz kalan yüzeyi gibi bir iz bırakmıştı. Dursun ona bakıp, eleştirmek için bir şeyler söyleyecekken Ağa’mın sert bakışları ile durdu. Sara kendi halindeydi. Yosunun rengi onun gözlerinin yeşilliğini biraz daha koyulaştırmıştı. Yüzünde dünyanın en mutlu insanının ifadesi vardı. Zarif dalgaların altında dans eden yosunların, yüzeye çıkmak için sallanan kolları, Sara’nın eşarbının altından gözlerine dökülen saçları gibi mutluluk tablosu oluşturuyordu.
Evet, ben Sara’nın gözlerini sevmiştim. Masmavi suyun dibinden görünen yemyeşil yosun gibi gözleri beni büyülemişti. Bu yeşil gözleri onun yüzüne bambaşka bir güzellik veriyordu. Büyüdükçe bu gözlere bakmaktan kendimi alamıyordum. Ancak onunla karşılaşınca bakışlarını benden kaçırıyordu. Böyle utangaç oluşu beni daha çok tetikliyordu. Onun bu utangaç ve iffetli davranışı, namahremlere bakmaması “Allah’a dua!” diye düşünüyordum. Gözlerindeki ışığın kaynağı, yeşil renginden miydi yoksa doğal hali böyle miydi bilemiyordum.
Yemekten sonra Ağa’mla gölün yukarısına doğru gittik. Biraz uzaklaşınca sarp kayalıkların üzerinde havuza benzeyen küçük bir gölcük gördük. Gölün suyu o kadar berraktı ki bakınca insanın gözlerini alıyordu.
Ben hemen Ağa’ma dönerek:
–Burada yüzebilir miyim, diye sordum.
Ağa’m önce “Olur!” diye cevap verdi ama gözlerini kısarak daha dikkatli bir şekilde göle bakınca:
–Bu gölde su yılanları var. Aniden yüzeye çıkarlar. Bu yılanlar zehirli değildir; Ama ısırabilirler. Eğer korkmayacaksan yüzebilirsin.
Yılan sözcüğünden biraz korkmuştum ama Sara’nın yanında sözümü geri alamazdım. Ağa’m tereddüt ettiğimi görünce benimle beraber suya girmeye karar verdi. Ağa’m çok terbiyeli birisiydi. Bu nedenle elbisesini çıkarmazdı. Çoluk çocuğun önünde elbiseli olarak suya girdi. Su, bayağı sıcaktı. O gün yorulana kadar suda yüzdüm. Sudan çıktıktan sonra Ağa’m yüzmenin faydaları hakkında bize bilgi verdi:
–Aslında sırt üstü yüzmek çok faydalıdır. Bu şekilde daha çok suyun üstünde kalabilir ve daha çok yüzebilirsin. Yüzmek bütün organların hareket etmesini sağlayarak kalbe temiz kan pompalar. Eklem yerleri hareket ettiği için buralarda ağrı ve kireçlenmeler ortaya çıkmaz. İnsandan başka hiçbir canlı suyu sağa sola çarparak yüzmez. Sadece hareket eden organlarını kıpırdatarak ileri doğru giderler.
Bu olaydan bir yıl sonra Ağa’m beni İran’a götürdü. Yola çıkana kadar Sara’nın da bizimle beraber geleceğini ümit ediyordum. Ancak yalnız yola çıkmıştık. İran’da ne zaman geri döneceğimizi düşünmeye başlamıştım. Canım çok sıkılıyordu. Birkaç şehri gezdikten sonra Urimiye’nin Tikentepe ilçesine gittik. Misafir kaldığımız evde yüzen adadan söz açılınca Ağa’mın bana baktığını hissettim. Benim olayla ilgilendiğimi anlayınca gülümsedi:
–Yarın o adaya gideriz, dedi.
Ertesi gün erkenden Çemli Göle gittik. Boz Dağların eteğinde yemşeşil ovanın ortasında bulunan bu göl, yaklaşık 80 kilometre karelik bir alanı kaplıyordu. Gölün güzelliği insanın ruhunu okşuyordu. Ağa’m ısrar etse de ben gölde yüzen adaya binmedim. Ağa’m: “Kızların da gelmesi mi gerekirdi?” diyerek olayı anladığını belli etmişti. Çemli Göl’ün görünümü büyüleciydi. Pınare Abgerm’den farklı olarak etraftaki kızıl renkli dağların rengi göle yanısıyordu. Ancak Sara yanımda olmadığı için bu güzellikten zevk alamıyordum. Bu göl çok derindi. Ağa’m burada da yüzmenin faydalarından ve tekniklerinden söz etti. Sanki benim gelecekte karşı karşıya kalacağım tehlikeden korunmam için yapacağım şeyleri anlatıyordu.
Hidroloji mühendisi olarak Afganistan’a dönmek içimde kutsal bir arzu vardı. M.V. Lomonosov adına Moskova Devlet Üniversitesinde okumaya tam da bu su aşkı götürmüştü beni. Ben de içimdeki aşkın yardımıyla Afganistan’ı yeşilliğe kavuşturmak niyetindeydim. İçimde bir duygu vardı; Arzularım gerçekleşecek ve Afganistan’da yaşayan insanların fikirleri değişecekti. Bana göre, her taraf yemyeşil olursa, insanlarımız Avrupalılar gibi birbirini dinleyeceklerdi.
Afgan insanının sert mizacı, dört tarafımızı saran boz Dağların genzimize yaptığı bir etkiydi. İsteklerimin gerçekleştiğini, rüyalarımda görüyordum. İçimdeki bir güç bana, mücadeleyi bırakmamayı öğütlüyordu.
1978 yılında Sovyetlere yakınlığı ile bilinen Afganistan Demokratik Halk Partisinin (ADHP) lideri Nur Muhammed, rakibi Hafızullah Emin tarafından öldürülünce ülkede çok şeyler değişti. Artık hiçbir şey güvende değildi. Hafızullah Emin önderliğinde ADHP’nin yönettiği ülkede her şeyin rengi gri olmuştu. Ülke “Halk” ve “Perçem” hareketleri arasında bölünmüştü. Yönetim, ülke insanları hakkında iyi niyet taşısa da, dış güçler vatandaşlık bağının güçlenmesine izin vermiyordu. Bütün bunlara rağmen, yönetimin eğitimle ilgili açıklamaları beni sevindiriyordu. Aralarında benim de bulunduğum çok sayıda genç, Sovyetlere ve Doğu Avrupa ülkelerine eğitim için gönderildik. ADHP lideri Necibullah’ın teklifi ile Moskova ile eğitimle ilgili bir antlaşma yapılmıştı. Ben de Ağa’mın isteğini göz önünde bulundurarak Moskova Devlet Üniversitesini seçmiştim.
Kabil’de