Sabir Şahtahtı

Yosun Kokusu


Скачать книгу

olarak tanınıyorum. Aslında gerçek de öyledir. Ancak benim prensiplerim, isteklerim tamamen farklıdır: Beraberlik ve birlik…

      Bana göre sosyalist düşünceli olduğun için Avrupa’da seni rahat bırakmazlar. Nereye gitsen kapılar kapalı olur sana. Sovyetlerin dilini, Rusçayı bildiğin için o, ülkenin her tarafında iş bulabilirsin. Eğer Afganistan’da güvenlik sağlanırsa su mühendisi olarak geri dönersin.

      Sonra Ağa’m derin bir nefes alarak sustu. Sanki son dediğine kendisi de inanmamıştı.

      1978 yılının Mayıs ayında Domodedova Havaalanında şiddetli bir yağmur yağıyordu. Halk bu soğuk havada kısa kollu gömlekle geziyordu. Beni ise havanın soğukluğundan ziyade insanların bu ince giysileri üşütüyordu. Burada yaz ayı vardı ama Kabil ile çok farklıydı. Bizde elbiseler ince olabilirdi ama açık saçık olamazdı.

      Moskova beni sıcak karşıladı desem yalan olmazdı. Kızların kısa etekleri, göbekleri açık ve mutlu yüzleri beni büyülemişti. İnsanların rahat olması etrafa mutluluk saçıyordu. Kabil’in etrafını saran boz renkli dağların karanlığına biz de giyimimizle bir katkı yapıyorduk. Arzuladığım bir yerde olsam da Moskova bana yabancı gelmişti. Buranın havasını içime çekince sanki zihnimi değiştirdi ve içimdeki devrimci düşünceleri ortaya çıkardı. Benim devrimci düşüncem Afganistan’a özgürlük istiyordu sadece. Havaalanından ayrılmadan önce birilerine Afganistan’da olan olaylardan haberlerinin olup olmadığını sormak istiyordum. Afganistan’da, Mücahidlerin “Erteşi şurevi şeytan est”15 diyerek nefret ettikleri Sovyet askerlerinin cinayetleri hakkında ne bildiklerini merak ediyordum.

      Lakin zihnimde kök salan olumsuzluklar tez bir zamanda kayboldu. Derslere başladıktan sonra, bu düşüncelerden uzaklaştım. Moskova’nın geniş ve ışıklı yolları, eğlenceli hayat tarzı ruhumu okşuyordu. Cinsel isteklerim bütün duygularımdan daha güçlüydü burada. Afganistan’da hayvanlarla seks yapan, hizmetçileri, çocukları taciz edenlerin gerçek sayısını kimse bilmiyordu. Buradaki ortam ise çok farklıydı. Afganistan’daki çok eşlilik ile buradaki çok eşliliği karşılaştırmaktan yorulmuyordum. Yakınlarımdan ne Ağa’m ne de babam çok eşli değildi. Ancak yakın komşularımızdan iki, üç, dört hatta yedi evli olanlar vardı. Hepsi de problem içinde kıvranıyorlardı. Bizden iki sokak aşağıda geçinemedikleri için ilk ve dördüncü karısını balta ile öldüren Nesip adındaki birisi 19 çocuğunu yetim bırakarak hapse girmişti.

      Babamın kuzeni Kerim, dördüncü karısı ile gerdeğe girmeden, diğer üç karısının ortak girişimi ile zehirlenerek öldürülmüşlerdi. Yine annemin halası kendi evine gelecek kumasını babasının evinde öldürtmüştü. Bütün bunlar Afganistan’da normal karşılanan günlük olaylardı. Moskova’da ise ayyaşlık ve çok eşlilik kanunla yasaklanmıştı. Bunlar Komünist ideolojisine aykırı davranışlardı. Bu büyük ve soğuk Moskova şehri, gerçekten bir aşık ve maşuk şehriydi. Burada erkeklerin yaptıklarını kadınlar da çok rahatça yapıyorlardı. Bir şişe votka ile bir parça el büyüklüğünde bir sala16 her şeyi değiştirebilirdi. Afganistan’da ve Moskova’da gördüğüm bu tür ilişkilerin hangisinin kötü, hangisinin iyi olduğunu anlamakta zorluk çekiyordum. Ancak bunların ikisinin de normal bir hayat tarzı olmadığını biliyordum. Moskova’da evlenmeyen ve dost hayatı yaşayan kadınlar normal kabul ediliyordu. Ben de kısa bir zamanda bir Moskovalı gibi hayat sürmeye başlamıştım. Buradaki eğlenceli hayata rağmen derslerimi bırakmamıştım.

      Okudukça okumak, öğrendikçe daha fazla öğrenmek istiyordum. Eğlenceli hayat sanki daha çok okuma hevesimi kamçılıyordu. Eğlenceler o kadar çok oluyordu ki, kitaplarla uğraşınca dinlenmiş gibi oluyordum. Görüştüğüm kızlarla en fazla bir iki defa yatağa girdiken sonra onlardan uzaklaşıyordum. Sanki ucu bucağı olmayan ürünü bol bir bahçeye girmiştim, tattığım meyvelerden bir diş aldıktan sonra fırlatıp atıyordum.

      Moskova Devlet Üniversitesi 1755 yılında kurulmuş köklü bir üniversiteydı. Tüm dünyada da Rusça kısaltılmış adıyla yani MQU kodlarıyla tanınıyordu. Bütün yabancı öğrenciler, yurda, idari binaya ve üniversiteye giriş–çıkışlarda imza veriyordu. Üniversitenin yatakhanesinde kalıyordum. Ben, yatakhane sorumlusunu bir şekilde ayarlamıştım. Tabi ki bu bana ayda 100 dolara mal oluyordu ama işimi de görüyordum. Verdiğim bu rüşvet sayesinde yatakhaneye dönmesem de benim yerime birisi imza atıyordu.

      Rusça bildiğim için diğerleri gibi hazırlık sınıfında değil, birinci sınıftan okula başlamıştım. Sınıfımızda sadece üç tane Rus öğrenci vardı. Diğerleri, Viyetnam, Küba, Laos ve Sovyet Rusya’nın etkili olduğu devletlerden gelen öğrencilerdi. Derslerim iyi gidiyordu. Bizim bölümde Afganistan’ın jeolojik haritasını Afganlılardan daha iyi biliyordum. Afganistan’daki nehirlerin büyük bir bölümü kumlu alanlara aktığı için tarımda kullanılamıyordu.

      Ülkenin en büyük nehirleri kuzeydeki Koçka ve Kunduz nehirleriydi. Amuderya’ya döküldükten sonra Aral Gölü’ne akıyordu. Amuderya ise Türkmenlerin Ceyhun dediği 2500 kilometrelik Orta Asya’yı dolaşan bir nehirdi. Mürgap Çayı, Türkmenistan’dan geçerek orta alanların sulanmasında önem arz ediyordu. Herirud Çayı ise tarım alanlarının sulanmasında önemli bir etkisi olmakla beraber, Karakum çölünde suyunun önemli bir bölümünü kaybediyordu.

      Coğrafya ve hidroloji bilimlerine olan ilgim nedeniyle bu konuda bilgi veren ek kurslara yazılmıştım. Bölümümüzün müdürü profesör V.M.Evtiqneev17 şahsen derslerimizi takip ediyordu. Bu dersleri ise üniversitede yarı zamanlı çalışan Andrey Andreyeviç bizlere öğretiyordu. Hoca ile bazen sohbetimiz olurdu. Günün birinde dersimizin konusu “Afganistan’daki dış güçlerin çatışması,” oldu. Birden bire hidrolojiyi bırakıp siyasete girmiştik. Afganistan’ın doğal zenginliklerinden bahseden Andrey, Afgan dağlarında dünyanın en zengin elmas ve altın yatakları olduğunu belirterek: “Dağlardan akan sel suları, binlerce büyük karatlı elması, altını ve kıymetli madeni kendisi ile beraber akıtıyor. Avrupalı şirketler tarafından toplanan bu değerli madenler kaçak yollarla yurt dışına kaçırılıyor!” dedi.

      Sonra durdu ve dikkatli bir şekilde bana bakarak: “Kabil’in eteklerindeki taş ocaklarını görmüyor musunuz?” dedi. Sorusunu bitirmeden başımla onun sözlerini tastik ettim.

      Derinden bir “ah” çekerek sözlerine devam etti:

      –Afganlılar hiç düşünmüyorlar mı? Neden bu taş ocakları sel olduktan hemen sonra faaliyete başlayıp, birkaç gün çalıştıktan sonra faaliyetlerini durduruyorlar?

      Hoca konuştukça vatanımın acıları, insanlarımızın cahilliği, dış güçlerin acımasızlığı, bir sinema filmi gibi gözümün önünde canlandı. Hocanın dedikleri yalan değildi. O taş ocaklarını kendi gözlerimle görmüştüm. Selden hemen sonra taş ocakları çalışmaya başlar, birkaç gün sonra tüm çalışmalar durdurulurdu. Ancak Afgan halkı sanki gaflet uykusundaydı. Ben de o derin uykuda olanlardan biri değil miydim?

      Afgan dağları hakkındaki bu bilgi beni dehşete düşürmüştü. Manyetik kasalı imalat makinalarının bir hafta içinde kese kese altınları nasıl topladığını öğrendikçe Afganistan’da meydana gelen çatışmaların asıl sebebini öğreniyordum. İçimde bir sızı oluşuyordu.

      Andrey Andreyeviç’le, Ağa’mın bulutlarla ilgili fikirlerini defalarca paylaşmak istiyordum. Onun Ağa’mın bu fikirleriyle ilgileneceğinden emindim. Nihayet günün birinde bu konuyu açınca Andrey Andreyeviç Ağa’mın hangi dilleri bildiğini sordu: “Arapça, Farsça, Rusça, Peştun ve Çin dillerini biliyor,” cevabıma şaşırmıştı.

      Dudaklarını