için, her zaman alış–veriş yaptığım genç kadın elini dudağına götürerek bana sus işareti yaptı. Onlardan daha birisi de bana susmam için işaret yaptı. Sanki beni tanıyanlar halime acıyorlardı. Susmayıp da ne yapacaktım ki?
Kadın sinirle önümde durmuş bir şeyler diyordu. Ben ancak gülümseyebildim. Bu onu daha da sinirlendirdi:
–Dişi kedi gibi dişlerini gösterip, neden gülüyorsun?
Yüzümü kapıya doğru dönmekten başka çare bulamadım. Efsane benim gülümsememden çok hoşlanıyordu. Bana “U tebya zameçatelnaya ulubka28,” derdi. Demek ki parlak dişler herkeste aynı duyguyu uyandırmıyordu. Dükkanda duyduklarım, gördüklerim ve yaşadıklarım beni Cehennemin kapısına kadar kovaladı.
O tarihten sonra o kadını görmemek için, daha uzaktaki dükkandan alış veriş yapmaya başladım. Son defa Moskova’yı terk edince oradaki dükkana gitmiştim. Gördüğüm, karşılaştığım manzara kalbimi paramparça etmişti…
İlk defa SSCB’nin diğer bölgelerinden olan Kırım’ı ziyaret ettik. Bundan bir hafta sonra Doğu Avrupa ülkelerine gezi ve inceleme için götürdüler. Aralık 1989’da on kişilik bir grupla bir haftalığına Romanya’ya gittik. Gezinin amacı Romanya’daki siyasi yapılanmayı öğrenmek ve oradaki iki ayrı üniversite ile ilişki kurmaktı. Üniversitelerde jeoloji laboratuvarlarındaki çalışma koşullarını araştıracaktık. Uzmanlık alanımızla birlikte sosyal bilimlerde bir tür uygulamalı ders olacaktı. Geriye dönünce gezi izlenimlerimizi yazılı olarak tarih ve felsefe bölümlerine de gönderecektik.
Gezinin ikinci günü ortalık karıştı. Her yerde gösteri vardı. İlk günlerde yerel basından ne olup bittiğini öğrenemesek de, diğer Avrupa ülkelerinin TV ve radyo haberlerinden neler olduğunu öğreniyorduk. Moskova’ya döndükten sonra da bu konuyla ilgili çok sayıda haber vardı. Veremya TV haberlerini izlerken gördüğüm dört kişiyi daha önce Bükreş’te kaldığımız otelde kahvaltıda görmüştüm. Onlar kahvaltıdayken tesadüfen ellerindeki pasaportları dikkatimi çekti. Pasaportun rengi ve üstündeki şekiller Romanya’ya ait değildi. Demek ki mitinglerde ön planda olan bu dört kişi Romanya’ya başka bir yerden, bana göre özel bir görev için gelmişlerdi.
Romanya’da yıllardır devam eden rahatsızlıklar, Aralık 1989’da zirve yapmıştı. Rahatsızlık Romanya’nın Transilvanya bölgesinde daha güçlüydü. Halkın büyük bir bölümünün kendisini destekleyeceğini düşünen Çavuşesku, 17 Aralık 1989 günü Timişoara’da göstericilerin üzerine ateş açılması emrini verdi. O anda biz de oradaydık ve bir tesadüf eseri kurtulduk. Çünkü her taraftan mermi yağıyordu. Ortalık mahvolmuştu. Biz başkente gelirken gördüğümüz Romanya’dan eser yoktu. Halk sokaklara dökülmüştü. Otele gelinceye kadar akla karayı seçtik.
İşin ilginç yanı Afganistan’da hergün duyduğumuz olağan yaşamın bir parçası olan kurşun sesleri beni burada çok etkilemişti. Hemen ertesi gün bizi özel bir uçakla Moskova’ya götürdüler. Burada öğrendiğimize göre göstericilerin kurşunlanmasından sonra halk sokaklara dökülmüş ve isyanı durdurmak mümkün olmamıştı. Azadlık radyosunun siyasi yorumcularına göre Çavuşesku ve eşi Romanya Senatosunun çatısından kaçmışlar ama Tırgovişte şehrinde yakalanarak hapsedilmişlerdi.
SSCB’nin çökertilmesi ile ilgili olarak ABD’nin AB’nin taktikleri başarılı olmuş, Doğu Avrupa’daki ilk değişiklik Romanya’dan başlamıştı. Ancak ben bu gösterilerin Romen halkının kararı ile meydana geldiğine inanmıyordum. Devlet ve halk ne kadar güçlü olsa da bazen büyük güçlerin planlarını bozmaya güçleri yetişmiyor.
Gobaçov’un başlattığı yeniden yapılandırma Sovyetlerde sessizce uygulanıyordu. Sovyetlerdeki bu değişiklikleri izledikçe beni bir şey düşündürüyordu: Bu değişiklikler Afganistan’a nasıl yanısıyacaktı. Sovyetlerin on yıl Afganistan’da bulunması, ülkeyi siyasi olarak öylesine bölmüştü ki bunun ortadan kalkması sadece bir mucize olabilirdi: Çünkü ülke siyasi ve manevi olarak kutuplaşmıştı. Kardeş kardeşe, akraba akrabaya, aileler birbirine düşman olmuştu ve herkes silahlıydı. Konuya ne kadar iyimser bakmaya çalışsam da yine aynı noktaya dönüyordum: Afganistan’da su yerine kan akacaktı.
Siyasi tarih dersinde Gorbaçov’un bu girişimlerinin meyvesini yakında alacağımız yönünde bizi inandırmaya çalışıyorlardı. Onlara göre Sovyet hakları özgür ve adaletli seçimlerin tadını alınca her şey daha güzel olacaktı. Ben bunlara pek inanmıyordum. Bir gün bir fırsatını bulup Andrey Andreyeviç’i okulun yemekhanesinde yakaladım. Yemeğimizi bitirdikten sonra konuyu Gorbaçov’a getirdim.
Andreyeviç kızgınlıkla: “Gorbaçov bir casustur. Bu gidişle ona Nobel ödülü bile verirler!” dedi. Şaşırmıştım. Bütün Nobel ödülü alanlar casus muydu? Bu düşünceyi duymak benim için önemli bir yenilikti. Başladım hocaya sorular sormaya. Önce kaçamak cevaplar veren Andreyeviç sorularımdan bıkınca geniş bir şekilde bilgi vermek zorunda kaldı:
–Rus İmparatorluğu tarihin her devrinde karşılaştığı zorlukları askeri güç yoluyla halletti. Lenin bile, Bolşevik Devriminden sonra ekonomik ve siyasi durumdan rahatsız olan halka “Ben hiçbir şeyi değiştirmedim: Sadece beyazı kırmızı ile boyadım!” demişti. Gorbaçov’un casus olduğundan hiç şüphem yoktur. Bunu Rus Devleti’nin arka plandaki yöneticileri de biliyorlar. Şimdi derin devleti yöneten Generallerin, Mareşallerin önünde devletin sınırlarının korunması var. Şimdi Sovetlerin ayrı–ayrı bölgelerinde milli ve dini çatışmalar yaratacaklar ki, halkların kafası bu savaşlarla karışsın. Zaten Sovyetler Birliği’ni de bu yolla kurdular. İmparatorluk nasıl kurulursa aynı şekilde de dağılır. Şimdi derin devleti yönetenler zaman kazanmaya çalışıyorlar ki, neyi nasıl edeceklerine karar versinler. SSCB nükleer gücü olan bir devlettir. Eğer ABD ve diğer AB ülkeleri Sovyetler dağıldıktan sonra nükleer başlıkların kontrol edilebileceğinden emin olsalar, Sovyetleri parça parça edeceklerdir.
Romanya’da yaşadığımız olayın şokundan tam kurtulmadan beni Rektör Yardımcısı yanına çağırttı. Ne olduğunu merak ederek hemen Rektör Yardımcısının olduğu binaya gittim. Büyük bir bölümünü ilk defa gördüğüm elliye yakın Afganlı öğrenci koridorda toplanmıştı. Sonra hepimizi küçük bir toplantı salonuna aldılar. Bu salon öğrencilik hayatımda gördüğüm en ışıklı ve zevkle döşenmiş bir salon olsa da içimi bir sıkıntı basmıştı. Sanki kötü bir haber vereceklerdi. Bize, eğitimimizi Moskova, Belerus ve Ukrayna’da devam edemeyeceğimizi söylediler. Herhangi bir sebep söylemeseler de bunun güvenlik nedeniyle alınmış bir karar olduğu açıkça belliydi.
Tiyatro salonunu andıran sahnede Rektör Yardımcısının yanında oturan birisinin siması bana hiç yabancı değildi. Ancak hafızamı zorlasam da bu adamın kim olduğunu hatırlayamadım. Hem de onların oturduğu yerden bir haylı aralıydım. Moskova’ya ilk geldiğim günlerde bütün yabancı öğrenciler gibi ben de her selam verene KGB29 ajanı gözüyle bakıyordum. Şimdi bizimle görüşecek adamın da aynı olduğunu düşünerek, zihnimde adamın kimliğini sorgulamaktan kendimi alamadım. Sonra tek tek öğrenciler adamın yanına gitmeye başladılar. Yanına gelen öğrenciye bazı sorular soruyor, sonra önündeki deftere bazı notlar alıyordu. Sıra bana geldiğinde aynı şahıs gözüne siyah bir gözlük taktı. Bana da şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir iki soru sordu ama dikkatim adamın sesini değiştirdiğine yönelmişti. Kendisini zorlayarak burnundan konuşuyordu. Sonra yüzüme bakmadan “Gidebilirsin!” dedi.
Teşekkür için elimi kalbimin üstüne koyup başımla selam verirken sağ bileğindeki yara izini görünce irkildim. Ayaklarım beni orada hissettiğim