farklıydı. Hangi fotoğrafa bakacağımı bilmiyordum. Sonra fotoğraflar Efsane’nin fotoğrafı ile birleşti. İkisi de kol kola girmişlerdi. Onların birbirlerine bu kadar benzemesi hem iç açıcıydı hem de şaşırtıcı. Kuş burnunun altındaki rüyamdan ayılınca ne hissettiğimi hatırlamıyorum ama uçaktaki rüyamdan uyanınca bir iki dakika nerede olduğumu düşündüm. Bir rüya görmüştüm. İki rüyanın etkisinden olacak uyanmakta zorlanıyordum. Uçak sarsıntıyla da olsa indi. Perona yanaşınca eşyalarımızı toplayıp çıkışa doğru yürüdüm. Uçağın merdivenine adımımı atınca yüzüme petrol kokulu hafif bir rüzgar çarptı. Güneş beyaz bir bulutun arkasından kırmızı bir renkte görünüyordu. Bana öyle geldi ki yüzümü yalayan rüzgar da kırmızı renktedir. Hava soğuk olsa da üşümüyordum. Başka bir deyimle Bakü bu kış ayında beni sıcak karşılamıştı. Belki de bu sıcaklık havanın değil, şehitlerin kanının sıcaklığıydı. “20 Yanvar” şehitlerinin kanıyla kırmızıya boyadığı sokak ve caddelerin, ertesi gün karanfillerle kırmızıya boyandığını görünce hayrete düşmüştüm. Daha önceden de Bakü’de sakinlik yerine mitinglerin olduğunu öğrenmiştim; ancak su yerine kan aktığını da yeni öğrenecektim… Bir de feryat sesleri ile karşılandığım bu Müslüman ülkesinin merkezinden iki yıl sonra feryat, figanla yola çıkacağımı da bilmiyordum.
10 Kasım 1887 yılında Bakü’deki bu teknik okul kurulmuş daha sonra bu okul Azerbaycan Petrol ve Kimya Enstitüsüne dönüştürülmüştü. Benim de isteğim üzerine evraklarım bu okulun idaresine gönderilmişti. Bu okul eğitimi ile dünyaca ünlüydü. Eğitimime burada devam edecektim. Azerbaycan’a tam da matem günlerinde gelmiştim. Bu nedenle okuluma ancak 24 Ocak günü başvurabildim.
Dekandan, çok sayıda Afganlının da burada okuduğunu öğrenmiştim. İnsan, nefsi ile kendisine düşmandır. Ben de kendime düşmanlık etmeye başlamıştım. Açıkçası bu düşmanca duygularımın taslağını Kabil’de çizmiştim. Moskova’da temelini atarak Bakü’de ise inşaatına başladım. Bakü’de Afganistan’a göre daha rahattım. Sovyetler çökmeye başladığı için burada da düzen bozulmaya başlamıştı. Dükkanlar bomboştu. Yüz dolar bozdurduğum zaman bir torba Sovyet parası veriyorlardı. Ancak satın alacak bir şey yoktu. Okul hemen sahile yakındı ama öğrenci yurdu ise epeyce uzakta Dostluk Sineması’nın arkasındaydı. Parası olan zengin öğrenciler zaman buldukça yakındaki “Muğan” kahvesinde toplanıyorlardı. Afgan öğrenciler beni de kendileriyle beraber Muğan Kahvesine götürdüler. İlk defa Bakü’yü görüyordum. Kahvenin olduğu parkın tam karşısında daha büyük bir park vardı. Aralarından yol geçiyordu. O parkın hemen girişinde Çaparidze’nin30 granitten yapılmış bir heykeli vardı. Biz Muğan’a vardığımızda o heykelin arkasında çok sayıda asker duruyordu. Bu askerlerden bazıları yere uzanmıştı. Bazıları da pantolonlarını aşağıya indirerek popolarını güneşlendiriyorlarmış gibi tuvaletlerini yapıyorlardı.
Bu beyaz popolu askerler Afganlıların eline geçseydi, sanırım onlara tecavüz ederlerdi. Bu ahlaksız davranışlarını asla affetmezlerdi. Bunların bir iki tanesinin poposunu av tüfeğinin saçmaları ile doldursalar diğerleri dersini alırdı. Birden Kabil’deki evimizin yanında olan olay aklıma geldi. Evimizden biraz aşağıda Tavuk sokağında iki Rus askeri ağacın dibine işedikleri için av tüfeği ile popolarını dağıtmışlardı. Burada ise bunlar hiç kimseden korkmadan istedikleri yere tuvaletlerini yapıyorlardı. Aslında Sovyet ordusunun gerçek yüzü buydu. Afganistan’da başka şekilde, Bakü’de başka şekilde halka saygısızlık yapıyorlardı. Çaparidze ile ilgili olarak tarih dersinden bilgim vardı. Sanki bu Bolşevik devrimcisinin granitten heykeli yapılırken ileride yaşayacakları utancı dikkate almışlardı. O anda baska bir Sovyet subayı, başını aşağı eğen heykelin tam arkasına işedi…
15 Şubat 1989 yılında Sovyet askerleri Afganistan’dan tamamen çekildiler. On yıllık işgalden sonra Afganistan’dan çekilmeleri onları manevi olarak çökertmişti. Sanki 20 Yanvar’da kendi ülkelerindeki manevi çöküşün intikamını alıyorlardı. Afganistan’dan Sovyet askerlerinin çekilmeye başladığını Moskova’daki öğrenci yurdunda duymuştum. Kimisi bunu Afganlıların milli zaferi, kimisi de bunun yeni bir siyasi oyunun başlangıcı olduğunu iddia ediyordu. Ben de kendimi bir şeyler söylemek zorunda hissettim. Sussaydım Ağa’ma haksızlık yapmış olurdum:
–Afganistan’da felaket başladı, dedim.
Üç kelimeden oluşan bu sözler, öğrenci yurdunun bu küçük odasındaki duvarlara çarparak yankılandı. Herkesin rahatsız bakışları bana çevrilmişti ama ben başka bir yorum yapmak istemiyordum. 26 harften oluşan bu sözlere en az 26 türden saygısızca yorum yapıldı. Değirmen taşının öğüttüğü un tozu gibi etrafa fikir üfürenlerin bu fikirlerine dayanak göstereceklerini düşünmüyordum.
Ben ise en az on yıl bu siyasi sohbetlerin içinde olan birisiydim. Afganistan’ın her tarafına katı bir düşmancılık tohumu ekilmişti. Bu düşmanlık tohumunu, ne sususzluk, ne ayaz ne de Afrika çöllerinin sıcağı ortadan kaldırabilirdi. Sadece bilim ve aklın ışığında ortaya çıkacak milli bir bilinç başarılı olabilirdi. Bu da sadece zihinleri zehirleyen dış güçlerin kovulması ile mümkündü. Zavallı Afganlılar: Bizi tanıyan dış ülkelerin bize en büyük hediyesi silahtı. Bildiğimiz ise onların öğrettikleri savaş oyunlarıydı. Biz de halk olarak güzel ve iyi şeyleri öğrenmek için çaba harcamamıştık. O nedenle en iyi bildiğimiz iş, insan öldürmek, kardeşi kurşunlamak, düşman bildiğimiz kişilerin soyunu kurutmaktı.
Benim Afganistan’a olan bağlılığım bu odada olanlardan daha az değildi. Aksine daha çoktu. Çünkü, çocukluğumu, gençliğimi kitapların içinde geçirerek Afganistan’ı susuzluktan kurtarmak için çalışıyordum. Oysa benim ülkemde ağaçları kanla suluyorlardı. Cenazeleri yıkamak için su lazım değildi. Çünkü, öldürülen her üç Afganlıdan iki tanesinin vücudu parça parça olduğu için yıkanmadan defnediliyordu. Hatta, kurşunlardan, bombalardan, mayınlardan ölenleri gömecek insan bile bulunamıyordu.
Yanımdaki gençler ise Afganistan’daki durumun silah gücü ile düzeleceğine inanıyorlardı. Ne yazık ki bunlar Sovyetlerin Hümanizm söylemlerine uygun olarak bu memlekette okuma hakkı kazanmışlardı. Ama Sovyet ordusunun bizim yurtta kalmasını istemiyorlardı. Ben de istemiyordum. Ben sadece iyi şeyler olacağına inanıyordum. Güya eğitimli bu insanlar böyle düşünüyorlarsa, Afganistan’da eğitimden, medeniyetten uzak insanlar acaba ne düşünürlerdi?
Muğan’ı tahminen otuz yaşlarında Hanlar adındaki birisi çalıştırıyordu. Buraya ilk geldiğim gün bu adamın çok komik ve şakacı birisi olduğunu anlamıştım. İlk geldiğimde o da 20 Yanvar şehitlerine yas tutuyordu. Bu yas nedeniyle erkekler kırk gün traş olmazlardı. Hanlar’ın da saçı sakalı birbirine karışmıştı. Ben Afganistan’da bile bu kadar sakallı insan görmemiştim. Sanki Bakü’deki yaşlıların bile sakalı siyah renkliydi. Sanki insanların kalbindeki keder, zihinlerden çıkmayan belirsizlik, insanların sakalına siyah renk olarak yansımıştı. Yas nedeniyle kahvede üç gün çaylar ihsan olarak verildi. Bakülüler bu milli duruşu 20 Yanvar’ın yedisinde ve kırkında da gösterdiler.
Bakü’ye gideceğimi Efsane’ye söylememiştim. Daha doğrusu babamın vasiyetini tutmaya çalışmıştım. Bu benim tavrımdı, Efsane bu konuda ne düşünürdü bilmiyordum. Efsane beni Şubatın sonuna doğru, su çarşambası31 günü Muğan Kahvesinde yakaladı. Elleri ile yakama yapışıp beni bir silkeledi. Sonra boynuma sarıldı ve hıçkırarak gözyaşlarını yüzüme sürdü. Orada oturanlara aldırış etmeden dakikalarca bana sarılı kaldı.
Hanlar, Azerbaycan Türkçesini bilmeyen öğrencilere