Sabir Şahtahtı

Yosun Kokusu


Скачать книгу

mutlu Afgan’ı!” dedi. Bu defa sözleri, orada oturanların alkışları ile karşılandı. Belki de Muğan’da duyulan ilk ve son alkış sesleri oldu…

      Efsane’nin koluna girerek hemen kahveden ayrılsam da bu durum hemen etrafa yayıldı. Nerede kalacağımızı düşünürken aklıma yurtta beraber kalmak fikri geldi. Müdürün cebine bir yüzlük koyunca üç dört gün beni görmeyeceğini söyledi. Bir çözüm bulmak için hemen ev aramaya başladım. Moskova’da yabancı öğrencilerin ev kiralaması yasaktı ama Bakü’de parayı veren düdüğü çalıyordu. İki gün sonra Azadlık caddesinin biraz yukarısında Karl Marks’ın heykeline yakın bir yerde iki odalı bir ev kiraladım.

      Afganlıların bir kısmı Karl Maks’ın ideolojisi için silahlı mücadeleye hazırlanırken, başka bir gruptan olan Mücaditler buna karşı çıkıyor, Bakü’de ise Sovyet ideolojisinin sarsıldığı bu günlerde onun heykelini sökmeye çalışıyorlardı. Her zaman balkonda çay içerken sohbet ederdik. Bu defa nedense balkonda Karl Marks’ın fikirlerini irdeliyordum.

      Efsane ile Bakü’de görüştükten bir hafta sonra dini nikah kıymaya karar verdik. Onunla daha fazla günah işlemek istemiyordum. Zaten Moskova’da yeteri kadar günah işlemiştim. Onunla resmi bir şey de yaşamak istemiyordum ama günahtan kaçınmak için nikah istemiştim. Bu dini nikah onun da aklına yatmıştı. Eve bir hoca getirmek için Bakü’nün merkezindeki Taze Pir Camisi’ne gittim.

      Niyetimi söyleyince beni yaşlı bir hocanın yanına götürdüler. Elindeki Kur’an’ı heceleye heceleye okumaya çalışıyordu. Hatalı okuduğu duaları görünce ona hiçbir şey demeden oradan ayrıldım. Üzülmüştüm: Arapça’yı tam olarak bilmeyen birisi hocalık yapıyordu. Daha sonra öğrenci arkadaşlarımdan birisi beni Hacı Sabir Hasanlı’nın yanına götürdü. Hacı’nın hem sesi hem de düzgün okuduğu Arapça’sı çok güzeldi. Nikah için eve gelmek istemedi. Efsane’nin kefil ettiği bir arkadaş ile bizim nikahımızı kıydı. Hacı’nın yazdığı nikah kağıdını her zaman evimizde sakladığım Kur’an’ın arasına koydum.

      Böylece dini nikahla bir arada yaşamaya başladık. Gün geçtikçe ona daha fazla ısınıyordum. Ama içimdeki manevi açlık bana rahatlık vermiyordu. Her namaz kıldıkça Allah’a bu ızdıraplı yaşamdan kurtulmak için dua ediyordum. Arzuladığım bu hayatın yoluna kendim, kendi nefsimle, ihtirasımın gücüne esir olmakla, taşlar döşemiştim. Şimdi bu yolu temizlemeye gücüm yetmiyordu. Bu taşlar ileri de gitsem, geri de gitsem ayaklarımı parçalıyordu. Başka bir yola ise geçemiyordum. Çok ilginçtir, bütün bu konularda düşünmeye başladığımda hemen Kabil’deki bahçe kapımızın önünden başlayan tozlu topraklı yol ayrımı gözlerimin önüne geliyordu.

      Efsane ile balkonda kurduğumuz çay sofrası, en sonunda gökte yıldız arayışı ile bitiyordu. Küçük bir semaveri bitiriyorduk. Sohbet o kadar koyulaşıyordu ki, sokaklardaki araba seyreliyor, insanlar azalıyor, sabahın dinginliğindeki yerini koruyan sessizlik gittikçe daha da güçleniyordu. Gökyüzü biraz açılınca bizim eğlencemiz başlıyordu. Bazen birimiz, bazen de her ikimiz çocuklar gibi parmaklarımızı daire şeklinde bükerek dürbün yapıyor, oradan yıldızlara bakıyorduk. Bazen ikimiz de aynı yıldızı izlemek istiyorduk ama bunun aynı yıldız olup olmadığı konusunda ikimizin de şüphesi oluyordu. Yıldız izleme seansımız çuğunlukla mutsuzlukla bitiyordu. Efsane, bir niyet tutarak izlediği yıldız kayınca, ellerini dizine vurarak hayıflanıyordu. Evet, geçirdiğimiz bu mutlu anların arasında saklanan endişelerimiz, bizim ruh halimizi bozuyordu. Yaşadığımız telaşı yaratan sebepler ise farklıydı. Ben ondan kaçmak isterken, o ise beni kaybetmemenin yollarını arıyordu.

      Bir gün çay sofrasından sonra yıldızları seyredip eve geçtiğimizde, divana uzanıp yine hayallere daldım. Ondan kurtulmanın yollarını düşünüyordum. Efsane bana çay getirip kendisi de divanın ayak tarafına oturdu. Sürekli bana bakıyordu. Gözlerine bakınca mutfakta geçirdiği süre içinde ağladığını anladım. Sanki düşüncelerimi okumuştu.

      Ağlamaklı bir sesle:

      –Ben seni hiç kimse ile paylaşmak istemem. Eğer senden çocuğum olsaydı onunla bile paylaşmazdım. Ancak kendimi kandırdığımı biliyorum. Benden ayrıldıktan sonra yaşamını nasıl düzenlersen düzenle ama lütfen bana bildirme. Bir de beni kalleşçe terk etme. Seni tanıdığım günden beri, hatta beni Moskova fahişesi olarak gördüğün günlerde bile senin için hep iyi dileklerde bulundum. Benim kalbim düşüncelerimden daha güçlüdür. Bir kez beni bırakıp kaçtın. Bir de aynı kalleşliği yapacağından ve kalbimin derinliğindeki kabusun, düşüncelerime galip gelerek kaçtığın yollara nefret çiselemesinden korkuyorum. Beni kırarsan günahı ağır olur. Seni korkutmak için demiyorum ama nefretimi kazanmamaya çalış.

      Evet, Efsane beni deli gibi seviyordu. Eğer babamı tanımış olsaydı bana söylediği kelimeleri babamdan çaldığını düşünecektim. Uzun, sarı saçlarını açarak sırtına atınca su perisi gibi görünüyordu. Birlikte sokağa çıktığımızda herkes bize gıpta ile bakıyordu. Benden üç–dört santim kısa olsa da düzgün duruşu, boyunu daha da uzun gösteriyordu. Benim esmer, onun beyaz yüzü birbirini tamamlıyordu. Onun bembeyaz yüzü gece daha ışıklı, gündüz daha farklı görünüyordu. Sanki kalbinin nuru yüzüne yansıyordu. Sanki yüzünü süt ile yıkamışlardı. Yüzünde ne bir ben ne de leke vardı.

      Genellikle felsefik konuşmalar yapıyorduk. Onun zengin bilgisi, çok net tespit ve analizleri beni hayran ediyordu. İlgi alanlarımız aynıydı ama o çok korkusuzdu. Eğitimden söz açılınca bana:

      –Allah bu gözleri cerrah olman için sana vermiş, derdi.

      “Ellerin şifalıdır!” dediğinden hemen sandalyede ters oturarak omuzlarını ovmam için işaret ederdi.

      Evimizde bir Türkmen köpeği saklıyorduk. Ufak tefek bir vücut yapısı ile yıllar boyu Türkmenlerin sadık bir arkadaşı olan bu köpeğin kendisine özgü huyları vardı. Efsane’den öğrendiğim bu bilgilerin köpeği daha fazla tanıdıkça doğru olduğunu anlıyordum. Her şeyden önce sevilmek istiyordu. İpek gibi yumuşak tüylerini okşadıkça mutlu oluyordu. Daha ilk günden beri bana ilgi gösteriyordu. Efsane ilk önce benim bir Müslüman olarak köpeğin evde kalmasına karşı çıkacağımı düşünmüştü. Ancak Bakü’ye gelince onun köpeğini özlediğini düşünerek bir köpek satın almasını teklif ettim. Bu habere çok sevinen Efsane, Moskova’dan kendi köpeğini getirtti. Bir arkadaşı trenle köpeği bize getirip aynı gün geri döndü. Köpeğin kuyruğundan başlayan gri bir şerit burnuna kadar uzuyordu. Bu şerit Alyaska’nın bedenini simetrik olarak ikiye bölüyordu.

      Alyaska, bizim sevimli köpeğimizdi. Sohbetimiz bitince onunla şehirde gezmeye çıkıyorduk. Bu köpek sanki dil biliyordu. Bizim gergin olduğumuzu hissetttiği anda değişik hareketler yaparak bizim gerginliğimizi gideriyordu. Aç kalınca sağ baş parmağımı hafifçe ısırıyordu. Tuvaleti gelince arka ayaklarının üstünde oturarak hafifçe boynunu büküyordu. Dışarı çıkmak isteyince de kapının önüne giderek oraya uzanıyordu.

      Efsane annesiyle babasının boşandığını ilk tanıştığımız gün söylemişti. Babası uzak bir göreve gidince annesi ondan boşanmıştı. Dediği doğru olsa, babasının KGB’de üst düzey bir yönetici olduğunu sonradan öğrenmişlerdi. Birkaç defa yeniden beraber olmak istemişlerse de bunu başaramamışlardı.

      Bizi tanıyan herkesin, Efsane’nin güzelliği nedeniyle beni kıskandıklarını biliyordum. Ben ise Efsane’ye duyduğum ilgiden dolayı kendimden nefret ediyordum. Beraber gezerken elimi onun omuzlarına atarak yürüyordum. O zaman bana bakıp “Tı krasiviy Afqanskiy boyç”33 diyordu. Ben sinirlenince de “U tebya zamiçatelniy tvyordıy xarakter”34 diyordu. Yatağa