Bugünlerde eski okumuşların hepsi pazarda çarşıda. Bu ise evinde. Bir inek, beş koyun, azıcık arazisi geçimini sağlamasına yetiyor. Önceden de durumu fena değildi. Sovhozda başarılı bir biçerdöverciydi. İki kez ilçe, bir kez il gazetesinde resmi çıktı. “Emek Kahramanı” madalyası da var. İşte bu kadar hoş biri. Demir gibi sağlam, gücü kuvveti yerinde bir delikanlı. Değil Abılay Han, daha eski olan Yesim Han devrinin baturları görünümlü. Marat ise az önce dediğimiz gibi, serçe parmağı kadar bir şey.
Efendime söyleyeyim. İşte bu Marat, kurbağa ağızlı, basık alınlı, bodur Marat, aniden kendisinin yaptığı çitten atlayarak geçti ve babayiğit Kanat’ın üzerine yürüdü. Bununla kalmadı, yaklaşır yaklaşmaz yüzünü tırmaladı. Sonra burnuna, ağzına pat küt yumruk salladı. Sonra ise saçına yapıştı. Bodur, çelimsiz Marat. Bizim dağ gibi Kanat, batur, pehlivan Kanat ise önce afalladı. Sonra kendine gelip; hayır, vurmayacaktı, kaslı yumruklu uzun kollarını kaldırarak kendini korumak istedi. Orada duranlar, hemen davrandılar. Biri önden, diğeri arkadan sardı. Biri kollarından, diğeri ayaklarından tutarak kımıldamasına izin vermedi. “Eyvah, eyvah!” diyorlardı. “Halklararası skandal olmasın. Başımıza bela olacak. İçeri atılırsın. Sadece sen değil, hepimiz yanarız. Ortalık karışır, milletin huzuru kaçar!..” Zaten kavga etmek aklından geçmeyen, sadece başını korumak isteyen Kanat her tarafından sıkıca tutulunca millî gururu zedelenip canı yanan Marat, fırsatı kaçırır mı hiç, bir güzel vurdu ona, tırnak attı, tartakladı. Koca Kanat’ın o güzelim yüzü gözü kan revan içinde kaldı. Uzun, kalın saçları darmadağın oldu. Kolay bir şey yok. Sonunda enternasyonalist gençler, halklararası skandalın daha da büyüyerek çığrından çıkmasına yol vermediler. Çırpınan, debelenen, kavga etmek için değil, ağzını yüzünü korumak için hamle yapan Kanat’ı sımsıkı tuttukları gibi yaka paça götürdüler. Zorba düşmanının yüzü ters dönünce ensesine vuran, kafasından yedi saç telini tuttuğu gibi koparıveren Marat, araya giren gençlerden ikisinin kıçına tekme attı, ikisinin de ayağına çelme taktı. Hepsine küfürler savurarak güç bela sakinleşti. Sakinleşmeyip de ne? Kaçan düşmanı evine kadar kovalamadı. Kendisinin fethettiği yeni toprağın sınırlarından uzaklaşmadı. Arada bir “Başka kim var? Hadi çıkınız ortaya! Kalbitler…” diye cıyaklayarak ve gözlerinden ateş püskürterek kollarını sıvamış hâlde döndü durdu.
İlk kanlı mücadeleden sonra nihai gücüne erişen Marat, ahretlik komşusunu sabahın köründen gecenin karanlığına kadar gözetleyerek günde hiç değilse bir kez hırpalamayı âdet edindi. Kanat, bahçe tarafına çıkmaya görsün, anında hücuma geçer, alçak çitten atladığı gibi olanca gücüyle koşarak gelir, dazlak kafasıyla karnına vururdu. Sonra bacaklarının arasına tekme savurur, yüzünü tırnaklardı. Son olarak da elleri saçlarına kenetlenmiş hâlde kafasını aşağıya doğru bastırarak “Şimdi söyle bakalım, yer kimin?” derdi. Korkusuz Kanat, hiç çekinmeden “Benim!..” derdi tıslayarak. “Nah senin!” Saçlarına kenetlenen ellerinden birini gevşetip pat diye ağzına vururdu. “Bugünlük bu kadar ders yeter.” Kanat’a gelince şu kırma piç bodura bir kerecik vurdu mu hakkından gelirdi. Ama halklar arasında husumet ve nefret oluşarak yarın bir gün tüm köyün huzuruna mal olabilir, sonu ise büyük skandala dönüşebilir. Bağımsızlıktan daha değerli bir şey mi olur? Ülkenin sahibi konumundaki milletin temsilcisi, sabırlı olması gerektiğini iyi biliyordu. Yani Egemen Ülkemizin şuurlu vatandaşı olan Kanat, kimilerine göre bin yıl, kimilerine göre üç yüz yıl, bir başka bilgiçlerin dediğine göre yüz elli yıl sonra güç bela elde edilen bu kutsal bağımsızlık yolunda, bağımsızlığın güzel geleceğine giden yolda bir kurbandı. Fazla oldu. Ne kurbanı? Daha yaşıyor, bir ay boyunca yediği dayağın toplamı etse etse ancak bir kâse eder. Hiç olmazsa “börk içinde”, “yen içinde” diyecek kadar kafası yarılmadı, kolu kırılmadı. Bazı gençler, içki içince sokaklarda düşmekten ağzını burnunu dağıtıyorlar ya! Ağzın burnun lafı mı olur, allasen! Gönlünün ışığı olan iki gözü sağ olsun yeter.
Kanat; baştan beri kafasını değil, gözlerini koruyordu. Marat ise şimdilerde tırnak atma ve parmağıyla kurcalamada giderek ustalaşıyor. Bunun için ne olur ne olmaz, derhâl kaçmayı yeğliyordu. Bir keresinde şaşkınlıktan bahçenin bir köşesindeki tuvalete saklandığı da oldu. Bazı arkadaşlarının dediklerine göre tuvalette işini görüyormuş. Gırgır geçiyorlar. İşini görmüyordu. Çıkıyordu. Eve doğru kaçacağına tekrar içeriye girdi. Yüzsüz Marat da peşi sıra girdi ve basık, daracık yerde pataklamaya koyuldu. Sadece pataklamakla kalmadı. Başını oradaki deliğe, şehir evlerinin tertemiz klozeti değil, ağzına kadar dolu o deliğe sokmak istedi. Ama neredeee? Kanat, saçlarının çekilip yolunduğuna bakmaksızın var kuvvetiyle direndi. Gücü yetmeyen Marat, çaresizce yüzüne gözüne pata küte indirmekten o denli yoruldu ki sonunda vazgeçti.
Kimi zamanlar bir halkı hatta çok kalabalık ve büyük bir halkı bile yok olmaktan tek bir kişi kurtarabilir. Söz gelimi, Jeanne d’Arc. Söz gelimi, cephede düşman siperini gövdesiyle kapatan Aleksandr Matrosov. Eğer kanlı savaş olsaydı, bizim Kanat da böyle bir kahramanlığı yapardı. Buna delil, Marat’la aradaki sürtüşmelerde sergilemiş olduğu büyük metanet ve muazzam bir tahammül gücü. Gerçekten de bunun gibi yiğitlerin sayesinde değil bir köyde, tüm ülkemizde onlarca ulusun temsilcileri huzur içinde yaşamlarını sürdürmüyorlar mı? Yoksa ne bağımsızlığı? Çoktan Afganistan’a dönüşürdük. Sadece ülkenin içinde değil, dış dünyayla da böyle bir sağduyulu siyaset güdülüyor. Bu, tabii, bizim hikâyemizin konusu dışında bir mesele. Yalnızca yeri gelmişken sevincimizi paylaşmak istedik. Gerçekten de sadece yurtta değil, cihanda da barış olması ne güzel olurdu. Nasıl şükretmezsin?
Böylelikle Rahman Ata köyü, halklar arasındaki karşılıklı anlayış ve huzurlu işsizlik şartlarında sessiz sakin, rahat bir hayat sürüyordu. Gerçi ya Özbek ya Kalmuk ya da Rus veya Tacik olan Marat Mirzo-yev-yan-zade-pulo, ateşkesin ilk günlerinde ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı olan Kanat komşusuyla arasında belirlenen arazi sınırının da yanlış olduğu kanaatine vardı ve her gün yarım metre ilerlemesini sürdürdü. Sonra bu tekdüze hayattan ve verimsiz hareketten usanmış olsa gerek, çitini kaldırdığı gibi arşınlayarak soluğu en uç sınır çizgisinde aldı. Buranın en uç sınır olduğunu söyleyen de kendisi. Böylece hakiki adaleti sağlamış oldu. Bir zamanlar iki tarafına iki emekçinin yerleştiği otuz arlık arazinin yirmisi çoluk çocuğuyla köyün eski yerlisi olan, yaşlı savaş gazisine, kalan on arı ise bilmem neyi geliştiren, önünü açan, koruyan kollayan, hami, yani iyi cins soydan gelen bekâr ve yalnız, ayyaş bir yabancıya verildiyse; artık tam tersi bir durum söz konusu. Aslında tam tersi bir durum değil söz konusu olan, azıcık bir değişiklik yapıldı. Dili saldırıya uğrayan, hak ve hukuku ayaklar altına alınan, manevi ve daha birçok baskıya maruz kalan Rus dilli Marat’a yirmi üç ar, ülkenin sahibi, bağımsızlığın teminatı, halklararası anlayış ve saygının temel taşı Kanat’a ise yedi ar.
Başının üzerinde sadece dört tel saçı kalan, gözlerinin etrafı mosmor, ağzı yüzü kaymış Kanat, buna da ses etmedi. Rahman Ata köyü, bu şekilde sonsuza dek huzur içinde yaşayacaktı. Eften püften bir şey, bir çuval inciri berbat etti. Söylemesi bile ayıp olan bir durum, halk arasında huzursuzluğa neden oldu. Musibetin çıkış noktası, hela. Evet, mağdur olan Marat’ın zorba Kanat’ın kafasını içine sokmak istediği pis kokulu ayakyolu. Adalet yoluyla araziyi yeniden paylaştıklarında, öteki tarafta kalmış. Marat’ın mülkiyetinde. “Helanı al götür,” dedi Kanat’a. Her şeyiyle beraber, tamamen. Önce altındakileri. Şehirden özel bir araç aldırmak gerekiyormuş. Derin kuyuda yıllarca biriken hazine homur homur emilecek, içi boşaltılacak. “Bokunu kendin temizleyeceksin!” dedi son zamanlarda medeniyetten uzaklaşmakta olan sinirli Marat. Ancak ondan sonra