Joltay Jumat Almaşoğlu

Aşk ve Nefret Kitabı


Скачать книгу

geri dönmüştü, istismara uğramış aşkını ve başarısız evliliğini korkunç bir rüya olarak unutmaya, işe dalmaya, uzun süredir devam eden bir alışkanlık ritmine girmeye ve yaşanan şoku hatırlamamaya karar vermişti. İlk başlarda, bunları becerebilmişti. Ancak, her geçen gün ruhu daha fazla acı çekiyordu. Geceleri, kabuslarla işkence görmeye başladı, anlaşılmaz depresyon nöbetleri ve açıklanamayan kaygılar onu sarıyordu. Böyle dönemlerde kalbi nedense daha hızlı atmaya başlardı ve nefes alması zorlaşırdı.

      Daha önce hiç böyle bir şey başına gelmemişti. Vücutu kurşun yorgunluğuyla dolduğunda, ona itaat etmeyi reddettiğinde boğazı spazmlarla inliyordu, bütün bunlar Sapargül’ün ruh hali üzerinde iç karartıcı bir etki yapıyordu, kasvetli düşüncelere yöneltiyordu.

      ‘Ve ne tür bir anlaşılmaz, sıkıntılı bir zaman geldi’?! diye şikayet etti, her şeyi anlamaya çalışarak. – Bana hangi çağı yaşamak nasipmiş? Kiminle, hangi gençlikle? Ben kimin çağdaşıyım? Bugünün ahlakı nedir?.. Rahmetli annem sık sık tekrar etmeyi severdi: ‘Vicdan insanın aynasıdır.’ Artık hayatta bu basit gerçeğe gerçekten yer yok mu?! Biz gençler kimi taklit ediyoruz, nereye gidiyoruz?”

      Başka bir düşünce de aklını çeliyor ve rahat bırakmıyordu: ‘Eski Kazaklar, yeni Kazaklar diye bir şey var mı? Ve birbirlerinden nasıl farklıdırlar? Bugünün Kazak’ı sadece uzak atalarının değil, hatta yakın akrabalarının – babaların ve büyükbabaların – temellerini, geleneklerini, göreneklerini kibirli bir şekilde reddederse, gelecekte bizi ne bekler? Geriye dönüp Batılı yaşam biçimine bakıp kendi milli özelliklerimizi reddederek canımızın istediğini yaparsak kim oluruz? Geçmişten gelen ahlaki değerlerin hiçbir anlamı yokken, şimdi her yerde ve her şeyde namussuzluk ve vicdansızlık mı hakim oldu? Bununla övünmek mümkün mü? Bu bir rezalet!’

      Sapargül işinden tamamen soğumuştu. Önceden yataktan kalkar kalkmaz hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra, en sevdiği işini zevkle yapmak için işyerine diğerlerinden daha önce acele ederken, şimdi yorgun ve her şeyden tiksiniyordu. Kayıtsızlık ve ilgisizlik ona hakim olmuştu. Dikkatlililik ve itina isteyen ve kendisine zevk veren işi artık çekiciliğini kaybetmiş, ona can sıkıcı, anlamsız ve ağır gelmeye başlamıştı ve haftanın beş iş günü işkenceye dönüşmüş, sanki bir kendini kandırmacaya dönüşmüştü ve sanki hayalet gibi gerçek hayatın görünümünü ortaya koymaya çalışıyordu, ancak bunlar birer yanılsamadan ibarettiler sadece! Gözlerinizi açmanın zamanı geldi: gerçekler tamamen farklı. Ya Sem gibi insanlar gerçek, dolu bir hayat yaşıyorlarsa? İyi beslenme konuları veya modaya uygun kıyafetlerin alınması hakkında kesinlikle bir endişeleri yoktur. Her şeye sahiptirler, hiç bir şeyden geri kalmamışlardır. Hayat, tüm maddi imkanlarıyla birlikte kaygısız ve güvenlidir onlar için. Belki de varoluşun anlamı budur? Anlayamadığı tek bir şey vardı, dünya uygarlığına ayak uydurmaya çalışan bu insanlar, nasıl olup da milli köklerinden kopmak için çırpınarak çabalıyorlar, diyorlar ki, eski, sözde modası geçmiş her şeye bir son vermenin zamanı geldi, ve bunu küstahça ‘Kazakçılık’ olarak adlandırıyorlardı… Ciddi anlamda yeni çağın sözcüsü olarak gördükleri yeni kuşağa görkemli kadehler kaldırıyorlar. Yeni çağın ruhuna ve eğilimlerine tam olarak uyan modern gençliğin kendileri olduğuna boş yere inanıyorlar. Ama bu kibirlerinde şunu bilselerdi, tam tersine kendileri çok şey kaybediyorlardı, kendilerini soyuyorlardı. Ve bunu da bilmeleri çok zor. Ve görünüşe göre, bilmek te istemiyorlar. Bu küstah ve vicdansız tiplere dur diyecek, akıl ve vicdan sahibi bir insan çıkmayacak mı?..’

      Sapargül, benzer düşüncelerin zihnini doldurduğunda, gözlerini kapatmasına izin vermeyen ve bir depresyon ve baskı durumuna yol açan, uykusuz geceler geçiriyordu. Ve böyle manevi işkenceler içinde daha kaç sıkıcı gün ve kasvetli gece yaşamak zorunda kalacaktı…

      İşte yeni sabah ta istenen rahatlamayı getirmemişti, acı veren düşünceler hala kalbine işkence ediyor ve ruhunda acı bir iz bırakıyordu. Gece gündüz kendini kamçılaması zaten dayanılmazdı. Ayrıca ileride bir ışık ta görmüyordu.

      “Allah hepsini kahretsin! Gerçekten her şeyin suçlusu ben miyim? Neden memleketimde onlar gibi özgür ve rahat, aşağılanmış ve muhtaç gibi hissetmeden dolaşamıyorum? Diğerlerinden eksik olan tarafım ne? Taşralıysam, unutulmuş bir köyden olmuşsam ne olmuş, en nihayetinde ben de iyi bir eğitim aldım, akıl ve yetenekten mahrum da kalmış değilim. Neden utanayım? Onlar Rusça biliyorsa ben de Kazakça biliyorum. Hatta onlara göre bir avantajım var, onların aksine her iki dili de çok iyi biliyorum. Yani bu narsist gururlu insanların beni suçlayacak hiçbir şeyleri yok. Onur ve gurur tartışmalarına gelince, bu tamamen farklı bir konu. Görüşlerim, ahlak, insan onuru hakkındaki fikirlerim taşradan ilham alıyor. Bu, baba ve annenin, akrabaların, sevdiklerinin çocukluğundan bu yanaki iyi bir etkisidir. ‘Vicdan insanın aynasıdır” derdi annem. Ve yorulmadan kızların onurunu, kızların gururunu koruması gerektiğini söylerdi. Bunda komik, utanç verici ne olabilir? Nedir bu önyargılar?! Bu ahlaki ilkeler değil mi? Bu durumda kim çıldırmış olabilir – ahlak ilkelerini muhafaza eden bir insan mı yoksa zaman mı? Kim en nihayetinde? Kim?’

      Karmaşık duygular içinde Sapargül düşüncesizce ayağa kalktı ve balkona çıktı. Güneş artık gökyüzünde zirveye ulaşmıştı, ama sanki daha az önce ışınlarını göstermeye başlamıştı. Işınları, sıcaklıklarıyla doğayı cömertçe besliyordu. Gözün alabildiği uzaklardan, Alatau’nun karla kaplı heybetli zirveleri ona küçümseyerek bakıyordu. Bunların en yükseğinde, güneş parlaması hayali bir şekilde oynuyor, bu yüzden keskin dağ zirveleri hançer bıçaklarını andırıyordu. Böyle bir izlenimde, sanki ilkel gücüyle ezici bu devasa silüet kendisiyle gurur duyuyordu: ‘Benimkinden daha yüksek bir zirve, benden daha güçlü ve görkemli bir şey gördünüz mü?’ Bir an için Sapargül’e dağlar onunla alay ediyor, dalga geçiyorlarmış gibi gelmişti…

      Ve kalbini yırtan baskıcı düşüncelerin akışı hala kesilmiyordu. ‘Sığır ruh için bir kurbandır, vicdan ise ruh için bir kurbandır’, – sonuçta Kazaklar çok eski zamanlardan beri böyle derlerdi. Tüm öğütleri görev bilinciyle dinlemiş olmam, kafama sokulan her şeye körü körüne inanmam gerçekten benim suçum mu? Öyleyse, hata aynı zamanda iffetli olmayı, bir kızın onurunu koruması gerektiğini, melek gibi saf bir ruhu korumayı görevim olarak görmemde mi?

      Göğsü, bilinmeyen bir kaba kuvvet tarafından acımasızca sıkışıyordu, kalbinin çırpınmasına, kıvranmalarına neden oluyordu. Kasvetli ve acı düşünceler, şiddetli bir fırtına öncesi kara bulutların kütlesi gibi yoğunlaşmıştı. Sapargül kendisini, hayattaki desteğinden mahrum kalmış, etrafındaki dünyaya olan tüm ilgisini kaybetmiş, hem mutluluğunu hem de daha önce tüm engelleri aşmasına yardımcı olan ruhunu kaybetmiş küçük, savunmasız ve talihsiz bir varlık gibi hissediyordu.

      Ve sinirleri böyle bir gerginliğe daha fazla dayanamazdı. Boğazından yürek parçalayıcı bir çığlık koptu ve Sapargül isterik bir çığlık attı:

      – Tanrım, sana karşı neyi yanlış yaptım? Neden beni böyle cezalandırıyorsun? Neden beni böyle bir çıkmaza sürükledin? Çıkış nerede? Allah’ım, merhamet et, ne yapmam gerektiğini söyle, beni doğru yola ilet! Şimdi kimim ben?.. Kime gerekliyim?! – Kalbi paramparça, büyük bir umutsuzluk içinde, sınırsız hıçkırıklarla sarsılarak bağırdı.

      Sapargül, birilerinin onun inleyişlerini duymasını umursamıyordu. Başını dizginlenemez bir öfke nöbeti içinde kaldırarak, birikmiş tüm öfkesini, savunmasız, titreyen ruhunu aşırı bir yükle ezen tüm umutsuzluğunu dışarı kustu. Hayat sert ve acımasızca ona vahşi kurt sırıtışını göstermişti.

      Artık yaşamak istemiyordu…

      GÜZELLİKTEN