Jaksılık Samiytulı

Kaharlı Altay


Скачать книгу

aksılık Samiytulı

      Kaharlı Altay

JAKSILIK SAMİYTULI

      8 Mayıs 1940 tarihinde, günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti sınırları içerisinde kalan Doğu Türkistan’ın Altay-Jemeney-Jeke Lastı bölgesinde dünyaya gelen Jaksılık Samiytulı, 1959 senesinde, Doğu Türkistan (Sinkiang) Enstitüsünün Edebiyat Fakültesini bitirdi. 1979 yılından itibaren, Doğu Türkistan’daki “Altay Ayası” dergisinde, daha sonra da “Sinkiang” Doğu Türkistan Televizyonunda dublaj merkezinin editörü olarak çalıştı. Kazakistan’ın bağımsızlığından sonra, Doğu Türkistan’da yaşayan Kazakların ilk grubunun liderlerinden birisi olarak, Kazakistan’ın Almatı şehrine gelip yerleşti. Samiytulu, bu tarihten îtibâren, Al Farâbî Kazak Millî Üniversitesinin Şarkiyat Fakültesinde Çince ve Çin Edebiyatı dersleri verdi ve Şubat 2007 tarihinde emekliye ayrıldı.

      Jaksılık Samiytulı, 1958’de, Doğu Türkistan’da “Yerel Milliyetçiliğe Karşı Mücadele Kampanyası”nın “Sağcılığa Karşı Savaş” hareketi sırasında, “milliyetçilik” suçlamasıyla 20 yıl hapse mahkûm edildi. Kazak ve Çin edebiyatı yanında dünya klâsiklerini de gayet iyi bilen yazar, serbest kaldıktan sonra, on yıldan kısa bir süre içinde 10 kadar roman ve 50 civarında kısa hikâye yayımladı. Ata Mekân (1983), Dağ Meltemi (Tav Samalı, 1985), Ak Dilek (Aq Tilek, 1990 ); Aq Işın (Aq Savle, 1992) isimli romanları bunlar arasındadır. “İkinci Düğün” (Ekinçi Toy) ve “Ana Sütü” hikâyeleriyle “Ata Mekân” romanı, yalnız Doğu Türkistan’da değil, bütün Çin coğrafyasında dikkat çekti.

      Jaksılık Samiytulı, 1993 senesinden îtibâren Kazakistan’da yaşamaya başladı. Almatı’da, hem üniversitedeki görevlerini hem de edebiyat sahasındaki çalışmalarını sürdürdü; hatta eskiye oranla daha da verimli yıllar geçirdi. Bu dönemde, Doğu Türkistan’daki Kazakların birçok sahadaki özelliklerinin haritasını açıkça ortaya koyan “Kıtay’daki Kazaklar” isimli eseri, 2000 senesinde Dünya Kazakları Vakfı tarafından Almatı’da basıldı. Bundan sonra, üç roman ve 30 kadar kısa hikâye daha yazdı.

      Jaksılık Samiytulı’nun eserleri ve edebî değeri, Kazakistan edebî muhitinin de dikkatini çekti. “Ake Beyiti” (Baba Mezarı) hikâyesi, Kazakistan’da 1996 yılında seçilen en iyi hikâyeler arasında yer aldı. Bu hikâye, ABD’de çıkan World Literature Today isimli dergide de basıldı.

      Jaksılık Samiytulı, 1995’ten itibaren, üç cilt olarak hazırladığı ve 1996, 2001, 2004 yıllarında Almatı’da bastırdığı “Sergeldeng” (ikilem anlamında düşünülebilir) isimli üç ciltlik eserinde, Kazakistan’ın doğu sınırları dışında yaşayan Kazakların siyâsî ve târihî mücadelesini anlattı. Kaharlı Altay; Sergeldeng üçlemesinin son cildidir.

      Osman Batur’un destânî hayatını konu edinen elinizdeki bu roman, Doğu Türkistan Kazaklarının hayatından gerçekçi kesitler sunmaktadır.

      Bu romanın baş kahramanı olan OSMAN BATUR, yaşamış bir kahramandır. 1899 senesinde Altay Dağlarında Aytuvgan boyundan olup, Kürti’de doğmuştur.

      Osman Batur, Doğu Türkistan’ın Altay bölgesinde 1930’lardan sonra başlayan istiklâl mücadelesine, 1940 senesinde aktif olarak katılmış ve bu mücâdeleyi Sovyet Rusya, Çin ve Dış Moğolistan idarelerine karşı bizzat yürütmüştür.

      Osman Batur’un ciltlere konu olacak destansı hayatı, eşine az rastlanacak kadar olağanüstü cesaret, irade, dayanıklılık, akıllılık ve ileri görüşlülük örnekleriyle doludur. Bu eşsiz kahramanın hayatına 28 Nisan 1951 tarihinde bütün Kızıl Çin’e hakim olan Maoist güçler tarafından son verilmiştir.

      Osman Batur ve Doğu Türkistan’daki Kazak ve Uygur Türklerinin davası sadece Türk ve İslâm dünyasında değil, Batıda da çok yankı bulan konular arasındadır. Bu konuda hem akademik hem de popüler sahada birçok makale ve kitap yayınlanmıştır.

      Romanda adı geçen Osman Batur, Canımhan Hacı, Alibek Hakim gibi tüm Kazak ve İsa Yusuf Alptekin, Mehmet Emin Buğra, Mesut Sabri Baykuzu, Ahmetcan Kasımî gibi tüm Uygur kahramanların aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyor, rahmetle anıyoruz..

M.H. Kazakkızı

      I

      Bir bölük askerle otuz deveye yüklenmiş silah ve mühimmatı Jemeney sınırından getiren Ziyakan, yedi günlük yolculuğun sonunda Zuvka1(Süha)’nın Kuyusundan geçmişti. Kürti Nehrinin Ku Ertiş Nehrine kavuştuğu yerde biraz dinlendi. Hep geceleri yol almıştı. Buraya vardığında şafak vaktiydi. Taşıdığı yükleri Ku Ertiş’in bir dönemecinde bulunan kayaların altındaki sık ağaçlıklı bir yere indirdi; develeri bakıma, dinlenmeye gönderdi. Bu mevsimde bu bölgeye henüz bahar gelmemiş olsa da hiçbir zaman başka sürülerin ulaşamadığı bu noktada, geçen seneden kalma otlar hâlâ vardı. Develer bütün kış boyu kar altında kalan ve ancak yeni yeni görünmeye başlayan etek büyüklüğündeki koca yaprakları koparıp yemişler, sonra da geviş getirmeye başlamışlardı. Bazı develer tuz ihtiyaçlarını gidermek için yeşil ağaçların budaklarını kabuklarını bile kemiriyorlardı.

      Askerlerin bir kısmı ileriye gözetleme ve nöbet için gönderilmiş, kalanları da yemek derdine düşmüştü. Ziyakan’ın uzun süredir yamçılığını2 yapan ve artık sırdaş olan ihtiyar yoldaşı Masakbay da, aceleyle bir çay içimlik süt almak için maya3yı sağmaya girişmişti. Gayesi bu bir çay içimlik sütle efendisinin gönlünü almaktı.

      Ulıbay Kuyusu’ndaki savaşta bir omuzunu yaralayan kurşunu hâlâ vücudunda taşıyan Masakbay, bir an geçmiş günlere döndü. Sarsümbe şehrindeki askerî hastaneye gönderilmişti. Etrafı yüksek beyaz çınarlarla çevrilmiş, Kıran Nehri kıyısındaki hastanede Masakbay bir ay kadar yatmıştı. Tepeden tırnağa beyazlar giymiş, ağızları maskeli ancak sadece masmavi gözleri görünen Rus doktorları onun omuzundaki kurşunu kolayca çıkarmışlar. Masakbay buna şaşırmıştı. Önceleri savaşta yaralananlar ne kadar dayanıklı, iri vücutlu olsalar da birkaç gün içinde ağırlaşır, yaraları kötüleşir, iltihaplanır, ateşi çıkar ve nihayetinde dünyaya veda ederlerdi. Ama burada herşey başkaydı… Yeter ki kirpiği kıpırdasın, canı çıkmamış olsun kâfi; iki üç gün demeden iyileşme belirtileri görülmeye başlıyordu. Üstelik el ve ayakları kopmuş, hatta bağırsakları çıkmış olanların bile çoğu kurtulmuştu. Bunların arasında Masakbay da çabucak iyileşmişti.

      Bu sırada, ona geçmiş olsun demek için hastaneye Ziyakan da gelmişti. Geçen sene yaylaya çıkıldığında, Osman Batur’un yaşadığı avula giderken yaşadıkları bir olay sebebiyle Ziyakan onu yamçılıktan çıkarmıştı. O zamandan beri ilk defa karşılaşıyorlardı.

      – O sırada yaptıklarından sonra seni bir daha göreceğimi sanmıyordum, dedi Ziyakan, eski küslüklerini hatırlatırcasına.

      – Ya. İnsan görmeyeceğim dediği yeri üç kere görürmüş; at, gitmeyeceğim dediği yere üç kere gidermiş derler, diye sırıttı Masakbay saf saf.

      – Tam kıvamında, genç gelindi. Elimden kaptın aldın.

      – Eskiden Mukırtay’da konakladığımız gece, Köpen’in gelinini de sen benden kapmıştın. Çok zoruna gidiyorsa onun öcünü almış oldum!” diye kıkırdadı Masakbay. Bunun üzerine

      – Anlaşıldı, ben de öyle düşünmüştüm, diye yumuşamaya başlayan Ziyakan.

      Senin gibi işe yaramazlar işte öyle kinci olurlar. Neyse ben onu unuttum. Şimdi çoluk-çocuk, hanım-manım yok. Kıymet bilen de yok. Sorumluluk ağır; çok keyifsiz, umutsuz bir hâldeyim. Onun için, hiç olmazsa arada sırada nükteli sohbetlerinle biraz gülümseriz, rahatlarız, diye seni özellikle aradım. Kulağımızın dibinden kurşunların vınlayarak geçtiği günlerdeyiz, daha ne kadar ömrümüz kaldı kimbilir? Bundan sonraki hayatımızda beraber olalım. Kabûl edersen, komutanlardan izin alırım. Sana da ziyanı olmaz. En öndeki safta Osman Batur’un kurşunlarına gövdeni hedef etmekten, hurralayarak öne çıkmaya çalışmaktansa, benim yanımda olmak işine gelir. Gördün mü, Osman’ın adamları nasıl nişancı, ha? dedi Ziyakan, özellikle Masakbay’dan birşeyler öğrenmek amacıyla.

      – Şeytan da olabilirler, serap da olabilirler. Kahramansan, onlar gibi ol! dedi Masakbay.

      Ziyakan kafasını salladı.

      – Ancak