bolluk olurdu. Şimdi de bu tüysüz heybenin dibinde, çoktan beri buzlukta beklemiş aş gibi duran koyunun budu, çayın içinde ısıtmak için ince ince doğranmış, dört köşe kesilmiş bavırsak, Rusların nöbet şekeri ve tandırda pişmiş ekmek vardı. Ziyakan’ın elinde saplı demir kupa, Masakbay’ın elinde kara saplı maşrapa. Her ikisi de, hafif donmuş yemekleri kendi kupalarına doldurarak iştahla yemeye başlamışlardı.
Aniden yakınlarda bir silah sesi duyuldu. Rus yapımı beş atarın sesiydi bu. Uzak bir yerlerdeki hedefe gitti ve boğuldu. Ziyakan, yemeğini tam ağzına götürürken durdu ve silah sesinin geldiği tarafa bakakaldı. Gözünü bir noktaya dikerek bir süre sessiz ve hareketsiz bekledi. Sonra bir karara varmış gibi aceleyle:
– Haydi tez bitir. Ata binelim, dedi. Kupasına doldurduğu yemeği aceleyle bitirmeye çalışıyordu..
Bir tarafı Kürti, diğer tarafı Köktogay ve Kara Tünke olan bu bölge, tam bu sıralarda tehlikeli bir mevki sayılırdı. Boğaz boğaza mücadelenin cereyan ettiği yer, burasıydı. Osman Batur mücahitlerinin ileri güçleri Sarıtogay, Şekürtü ve Öndirkara’ya doğru her yönden gidiyorlarsa da onların arkasında, Ulu Dağ’ın girinti çıkıntılarında pusuda yatmakta olan bölümlerinin olması ihtimâli de vardı. Özellikle yeni cephe olacak olan Kubı’nın kumlarından buralara kadar uzanan saha, adeta bir çöl gibidir. Sığınmak ve saklanmak için çalı dibi bile bulamazsın. Osman, çok mücadele etmeden kolayca geri çekiliverdi. Sovyet Destekli Millî Orduyu bu çöle çekerek, bu sipersiz sahrada saldırmayı planlamış olması şaşırtıcı değildi.
Her iki tarafına da ikişer nöbetçi diken Ziyakan, yanındaki Masakbay’la birlikte atını tırısa kaldırdı. Çevreyi en iyi kolaçan edebileceği tepenin zirvesine ulaştığında, yayan ve yalnızdı. Etrafa dürbünle baktı. Uzakta Kürti’nin inişli yokuşlu arazisi, Ku Ertiş Nehri’nin uzayıp giden silueti, beride Akdalanın halı misali serilmiş geniş sahrası; gözün gördüğü her yer sükûnete bürünmüş. Askeri birliğe rastlamak şöyle dursun, bir tek nefer bile yoktu ortalıkta. Sadece Ku Ertiş Nehrinin bir kenarından, biraz evvel kendisinin gönderdiği iki nöbetçinin atlarını yeldirerek gelmekte olduklarını gördü.
Ziyakan atına bindi ve onlara doğru yürüdü.
– Neden silah patladı, kim patlattı? diye sordu.
İki asker birbirinin yüzüne baktı. Ne cevap vereceklerini şaşırmış hâlde duraksadılar. Onların görevi sadece çevreyi kolaçan edip dönmekti. Olmadık yerde kurşun atmak, disipline aykırıydı. Yusufcan ve İbrahimbay kıtasının bazı sorumsuz askerleri, kendilerini askerliğe burada katılanlardan daha üstün görerek ve hükümete daha yakın bularak hareket edebiliyorlar. Başlarında komutan bulunmadığı zamanlarda kafalarına estiği gibi hareket ediyor, bazen de tehlikeli işler yapıyorlardı. Maalesef Ziyakan’ın koruma grubunun askerleri onlardan seçilmişti. Eğer hafif bir yumuşama olursa, Ziyakan’ın emirlerini de dinlememeye hazır gibiydiler. Ziya-kan durumun farkındaydı ve bu yüzden onları sıkı disiplin altında tutmaya çalışıyordu.
– O tarafta bir karakuyruk kuşuna rastgeldik de, diye geveledi birisi.
Ziyakan, gözlerini onun gözlerine dikince. Asker biraz çekinerek gözlerini kırpıştırdı. Arkadaşına yan gözle baktı. İkisinde de bir çekingenlik vardı. Bet beniz atmıştı.
– Nerde o karakuyruk?
– Vuramadık.
– Kim vuracaktı onu?
Cevap veren biraz irkilerek zorla konuştu:
– İşte bu… diye çenesiyle işaret etti.
– Yok. Ben vurmadım. O kendisi vurdu. diye arkadaşına karşı çıktı. Diğeri
– Evet ben vurdum. dedi.
– Niye yalan söylüyorsun?
– Bu “vur” demişti.
– Gerçekten karakuyruk mu?
– Evet yoldaş Albay.
– Hadi gelin. Sen, götür bizi oraya. Ateş ettiğiniz yere götür beni, dedi Ziyakan ciddi bir ifadeyle. İki askerin sözlerinden bu işte bir bit yeniği olduğunu sezmişti. Onu anlamak ve doğrulatmak istiyordu.
İki asker atlarını isteksizce çevirdiler. Önden giderlerken, aralarında fısıldaştılar. Bu fısıldaşma gittikçe tartışmaya dönüştü.
– Sen başlattın, dedi birisi, – Sen yapalım dedin ya, diye geveledi diğer geveze asker.
Atları biraz sürdükten sonra askerlerin biri atının başını geri çevirdi.
– Sayın Albay, bu yalan söylüyor. Karakuyruk değildi, ateş ettiğimiz bir kadındı.
– Ne yapıyormuş kadın?
– Deli bir kadın, dedi sesi titreyerek. Ben değil, şu vurdu onu.
– Ne saçmalıyorsunuz? dedi Ziyakan birdenbire gözleri yuvalarından fırlayarak.
Aklına kızkardeşi Gülzâde geldi. Çoktandır görmemişti kızcağızı. Başkalarından onun, işte bu Şingil, Sarıtogay civarında; hatta bazen Ku Ertiş, Suptı, Kürti, Burıltogay Nehirlerinin boylarında yaşayanların arasında avare avare dolaştığını duymuştu. Ne zaman Gülzâde’yi ve onun şimdiki acınacak hâlini düşünse yüreğine yemyeşil zehir akardı. Ağabey olarak, elinde gücü olan biri olarak, dünyadaki tek kızkardeşinin zor durumuna yardım edemediği için kendi zavallılığına acıyordu.
– Vur diyen bunun kendisiydi, diye geveze asker suçu arkadaşına atmaya çalıştı.
– Ben öldürmeyelim, bırakıverelim, demiştim. Birine bir şey söyler, diye sen bırakmadın.
– Kesin zırvalamayı. Düşün önüme! diye bağırdı Ziyakan.
İki üç tepeyi aştıktan sonra nehre doğru döndüler. Buralarda eski bir patika vardı. Oraya gelince atlarını dizginlediler. Ziyakan, atını mahmuzlayıp öne çıktı. İki eli ve iki ayağı iki yana açılmış, yerde yatan Gülzâde’yi tanıdı.
Atından inerek, dizgini Masakbay’a verdi ve Gülzâde’ye daha yakından dikkatle baktı. Evet Gülzâde. Ta kendisi. Fakat onun zihnindeki terü taze Gülzâde değil. Vücudu kalınlaşmış, tanınmayacak kadar büyümüş. Adeta şişmiş. Bahara yakın aylarda evsiz barksız, yersiz yurtsuz, sığınacak yeri olmadan üstüne üstlük aç sefil bir insan nasıl şişmanlar? Yoksa dünya derdi aklına gelmediğinden, akılsız ussuz dolaştığından su içse bile semirdiği için midir, yüzü gözü oldukça büyük göründü ona. Açık kalan gözleri de gökyüzüne dikilmiş, yatıyordu. Eski deri mantosunun iki eteği de iki tarafa yayılmış. Göğsü bağrı ve daha aşağı bölgeleri tamamıyla açık. Kirlenmekten mi, yoksa havanın ayazından mı vücudu kızarmış, hatta morarmış kalçasında da hiçbir örtü yok. Dizi hafifçe bükülmüş sırtüstü yatıyordu öylece.
Ziyakan bundan sonra çevresini inceledi. Çalı çırpının bulunduğu çukurca bir yerdeydi. Bir evlik alandaki otların gelişi güzel çiğnenmiş olduğu ayan beyan görünüyordu. Bir döşek büyüklüğündeki alanda ezilmiş otlar aynen duruyordu.
Ziyakan aniden geri döndü, mavzerini kaptığı gibi iki askeri delip geçen bakışlarla süzdü.
– Attan inin! dedi sesi titreyerek, bırakın silahları!
Şimdi onun esmer yüzü sanki yangından çıkmış gibiydi. Kısılıp yumulmaya yüz tutmuş gözlerinde zehirli bir ateş vardı. Çıkık elmacık kemiklerinin eklem yerleri şişmişti. Sinirleri tepesine çıkmışken dişini sıktı.
İki asker titriyordu. Bembeyaz kesildiler, elleri ayakları tutmaz oldu.
– Doğruyu