sardı.
Ve o koku içime sindi.
Ve yürüyordum.
Fakat ay batışa geçti, şark da kızıla boyandı. Çiçekli tarlaların arasında şaşırıp kaldım. Çok kötü oldum. Dudaklarımın arasındaki çiçeğin kokusunu kendi kokumda aradım, bulamadım. Ve çok kötü oldum.
Tarlaları şaşkınlıkla süzüyor ve bahçenin, bütün bahçenin kokusunu hissetmek istiyordum.
Hilal battı. Kaybolan gecenin şehvetiyle kendimden geçmiştim. Şark ağarıyordu. Yeni günün parıltısında ışınların titreşimlerini nefesimde hissedebilseydim!…
Fakat olmadı… Aklım başımdan gitti. Dudaklarımın arasına aldığım en güzel çiçeği ısırdım.
Uçurum.
Dudaklarımda zehirli karıncalar. Ve hiçbir koku yok. Tarlaların arasında yürüyor ve sıradan çiçekleri koparıyorum. Hiçbir koku alamıyorum. Onları çiğniyorum – ve dudaklarımda yine zehirli karıncalar.
Uçurum !
………………………………………………………...........
Her fundanın altını ve mercan kayalıklarını çilekler, kaplamış. Gökyüzü gülümsüyor. Ağzım tatlımsı. Bayılıyorum. Yürüyorum, ağaçların yaprakları gözlerimi siliyor. Orak zamanı. Olgunlaşmış ekin demeti düşmüştür; uzaklardan orakçı kadınların şarkısı gelmektedir.
–Eh işte, küçük çorak arpa ve darı tarlası. Dermansız ayaklarım kesiliyor ve beni oraya, saklı döşeğime çekiyorlar: güneş gözlerimden kaybolacak. Ben de gecemin karanlığında eriyip gideceğim.
Küçük, verimsiz arpa ve darı tarlasında adımlıyorum Sükûnet ve rahatlık. Hayır, öyle değil işte iki göz; siyah böğürtlen! Ve yine, her taraf çilek. Ah, gökyüzü gülümsüyor, dilim damağımda, ağzım tatlımsı, bayılıyorum. Yürüyorum; olgunlaşmış başaklar alnıma çarpıyor.
–Dur!
Tarlanın çökmüş sınırında, iki kafa görünüyor. Yaklaşıyorum: orakçı kadın ve erkek. Sarhoş gibi güçsüz kuvvetsiz kalmış, orak biçmişler. Bitkin, ter kan içinde kalıncaya kadar. Güneşin altında istirahat ediyorlar. Sarhoş güçsüzlüğü ile bana bakıyorlar, dermansız, suçlular gibi.
Rüzgâr esiyor. Uzaklardaki iş dünyasında gökyüzü gezinti yapıyor. Genç vücutların altında tarlanın sınırı hafifçe çökmüş: altlarında çilekler, içlerinde çilekler-çilek…
Dalgalanıyor küçük arpa ve darı tarlası. Gördüğüm manzara beni uzaklara sürüklüyor.. Ağzımda tatlımsı bir acı. Üzerimdeki gökyüzü gülümsüyor; eriyip gidiyorum gecemin içinde.
………………………………………………………...........
Etrafımdaki gün söndü, ama kalbimdeki gün parlıyor. Senin gözlerinde onun yansımasını gördüm.
Hey, bebeğim, yeni günü ve onun içinde senin gibi güzel olmayı hayal ettim. Görmeme izin ver! Tan yerinin ergüvani rengi bizi örtecektir. Beni korku ve de utanç saracak. Kalbimdeki sevinci dehşet donduracaktır. Sen uyanmadan önce dudaklarına dudaklarımı dokunduracağım. Korkumu sezmemen için.
Ve benim utancım…
Hey, bebeğim görmeme izin ver. En büyük isteğim bu olacak, yani bana vereceğin umut! . Çünkü ben senin kadar güzel değilim… Gücüm tükeniyor, kalbim kuruyor. Güzel işler senin kadar güzel değildir. Sensiz olamıyorum, çünkü yalnız seninle senin kadar güzel olabiliyorum.
Bebeğim, seni görmeme izin ver! Çünkü ben artık bir hayale daldım. İnzivaya çekilen kalbimin bütün gücü ile istiyorum, arıyorum ve senin gibi güzel olacağıma inanıyorum.
Senin gözlerindeki gündüzler benim kalbime aksedecek ve ölümün yüzünü mersin ağacının dalları ile süsleyecekler, çünkü hayat senin gibi güzel olacaktır.
………………………………………………………...........
Törensel bir sukûnet. Uçsuz bucaksız bir bahçedeyim. Çiçekli tarlalar arasında uzayıp giden patikalar. Onlar gözlerimi kamaştırıyordu. Fıskiyelerin püskürdüğü sularda yıldızlar oynaşıyordu.
Ve o gün aramıza geldi, yaşayanlar ve ölüler için en korkuncu. Gökyüzü başımızın üzerinde yarıldı. Yaşayanların ve ölülerin üzerine ateş ve kurşun yağdı. Ayaklarımızın altındaki toprak ikiye ayrıldı; bütün toprak! Sayısız kardeş mezarların derin uçurumlarını açığa çıkardı.
Ey, dehşet ayanlığı! Ey, utanç! Bütün neşemizin dayanılmaz utancı!
Titreyerek yatmıştık, ama sağdık çarpan yüreklerle, alev alev gözlerle.
Ve ölü uyandık, Uçsuz bucaksız kırlara dağılmış öbek öbek isimsiz ölüler…
Ve ufuklar, anaların ve kız kardeşlerin, kadınların ve çocukların çığlıklarıyla çınlıyordu. Bütün yeryüzünde.
Evet! Ama bundan sonra yine gece olacaktır! Cehennem kapıları açılacak, bütün ışınları yutacak ve yine destekten mahrum Allahsız bir gece basacaktır bebeğim! Fakat bizim umudumuz nerden fışkırıyordu? Biz neye inanıyorduk? Ve sevincimiz sadece utancımız değimliydi? O ebedi ve yenilmez utancımız!
………………………………………………………...........
Bağışla beni, bağışla! Seni tanıyamıyorum. Ve hiç kimseyi tanımıyorum. Ama seni biliyorum. Senden nefret ediyorum. Hepinizden nefret ediyorum. Oysa, seni seviyorum. Hepinizi seviyorum;– senin arkandakini ve herkesin arkasındakini.
Ah, ebedi ve yenilmez gecenin utancı!..
………………………………………………………...........
Arkanda ve önünde, solunda ve sağında yüksek duvarlar. Gökyüzüne kadar. Ve kanlar ile sulanmışlar. Kaçıyorum, Ama çok dar, mezar gibi daracık. Ölüm bu kadar korkunç olamaz! Çocukları uzaklaştırın! Onların sorgulayan bakışlarından beni kurtarın! O, ebedi ve yenilmez utançtan beni kurtarın! Onun içinde yanıyorum, ama yanamıyorum…
Allah’ım gözlerimi kim kapatacak!..
………………………………………………………...........
Kestiler gözlerimin önünde! Bütün köyleri, zincire vurulmuş öğrencileri, kadınları da kestiler…
İsyana kalkışmışlardı… Dağlar ve nehirlerin arkasında göklere kadar yükselen mezarlıklar bırakarak. Gecelerinde ümitsiz… Kalplerinde umutsuz… Yüreklerinde çaresiz…
–Isyana kalkın ey, insanlar! Binler, milyonlar İsyana! Ay çiçeği saplarıyla silahlı olsanız da. İsyana!
–Ha babam, ha…
………………………………………………………...........
Evet, ben anlıyorum, bağlantıyı kaybediyorum, bir şeyler kaçırıyorum gözümden. Katilleri? Hayır, canilerin sürüleri aynıdır; her ülkede ve her zaman!
Ey, Allah’ım! Bu olanlardan acaba hangisi aklımdan çıkıyor! Bu yenilemeyen utancın fışkıran kızgın dalgaları kalbimin hangi köşesinde saklanmaktadır. Çünkü bu utanç aklımı köreltmekte ve göz yaşlarımı da kurutmaktadır…
Bilmiyorum.
Ve