align="center">
EMİLİYAN STANEV
Hikâye ve roman yazarıdır. 1907’de V.Tırnovo’da doğdu. Memur ailesinde yetişti. 1922 yılında ailesiyle birlikte aynı ilin Elena kasabasına yerleşti. Daha sonra Vratsa (Vraça) Lisesin’den mezun oldu. Güzel Sanatlar Akademisinde okudu, ancak kendi isteğiyle öğrenimini yarıda bıraktı. Gençlik yıllarını daha fazla Batı ve Dünya edebiyatını okumakla geçirdi. Geniş tarih, felsefe, sosyoloji bilgileriyle donandı. 1932’de Sofya’ya yerleşince kısa hikâyeler yazmaya başladı. İlk hikâyesi olan Vina’yı 1938’de yayınladı. Takip eden yıllarda Bulgar edebiyatına “Legenda za Sibin” (Sibin Efsanesi), Tırnovska Kralitsa ( Tırnova Kraliçesi), “Kradetsıt na Praskovi” (Şeftali Hırsızı), “Vılkıt” (Bir Kurt), “İvan Kondarev” gibi ölümsüz eserler kazandırdı. Ölümünden (1979) beş yıl önce kendisine Akedemisyen ünvanı verildi.
OBUR AYICIK
Yavrularını doğurma zamanı yaklaşınca, yaşlı ayı dağın doruğunu aşarak, onun kuzey eteklerine indi. Burada ormanlar sık ve yalçındı; birçok yerde de kayalıklara rastlanırdı.
Uzun sonbahar gezintilerinden sonra çok defa dinlendiği sakin ve güvenilir yeri hatırladı.
Bu yer, mavimsi yamaçlarında sabah ve akşam sisler içindeki sarp bir vadinin yakasında bulunuyordu. Orada, yabani ıtır ve eğrelti otlarıyla kaplı kavaklıkların arasında küçük bir mağara vardı.
Ayı, mağaraya girerken mart güneşi batıyor ve ışınları kahverengi ormanları kızıla boyuyordu.
Üç gün sonra, rüzgârlı bir gecede ayı, kıllı göğsüne yaslanan iki yavrusuyla hareketsiz ve mutlu mutlu mağarada yatıyordu. Ayıcıklar tarla sıçanı büyüklüğünde var yoktu. Henüz gözleri açılmamış ve onun göğsünü kaplayan sık kılları arasında âdeta kayboluyorlardı.
Anneleri, karnını doyurmak için dışarıya çıkıyor, onları birkaç saatliğine yalnız bırakıyor ve çabucak mağaraya dönüyordu. Daha sonraları, onlar gözlerini açıp gelişince, ayı onların kocaman göğsünde güreşmelerine müsaade ediyordu. Onlar böyle oynaşırken, yaşlı ayı dikkatle etrafı dinliyor; endişeli fakat her an vahşice savaşmaya hazır olduğu da alev alev yanan gözlerinden anlaşılıyordu.
Bahar gelip karlar eriyince, iri dağ karıncalarının yuvaları göründü. Ayı da yavrularını karınca yemeğe alıştırmak için onları beraberinde götürmeye başladı.
Ayı, karınca yuvasını bozuyor ve pençesini yuvasının içine sokuyor ve öfkeli karıncaların ayağına tırmanmalarını bekliyordu. İşte o zaman, pürtüklü diliyle ayağını yalamaya başlıyordu. Ayıcıklar da acemice onu taklit ediyordu. Kimi zaman yuvanın içine düşüyorlar ve kızgın karıncalar onları acımasızca ısırıyor, bazen de yalayacakları yerde oburluktan kendi ayacıklarını ısırıyorlardı.
Arada bir annesi onları köpüklü dağ deresi civarına götürüyordu. Orada sular temiz ve derindi. İhtiyar ayı, yavrularını derede yıkıyor ve yüzmeyi öğretiyordu. O, suyu da, yengeç avlamasını da çok seviyordu. Hele de geceleri yengeçlerin sahile çıktıkları zamanı çok kollardı. Kanını doyurunca, aile mağaranın yolunu tutuyordu. Yolda yürürken yaşlı ayı, rastladığı her taşı ve ağaç kütüğünü alt üst ediyor, fare arıyordu. Ayıcıklar, karınlarının körük gibi şişmesine aldırmayarak büyük bir iştahla fareleri yiyorlardı.
İhtiyar ayı bir akşamüstü, bal peteklerini yüksek bir ıhlamur ağacının kovuğuna yaptığı bir arı kümesi buldu. Balın güzel kokusuna dayanamayan ayı ailesi ağacın altında yalanmağa başladı; anneleri ise arka ayakları üstüne doğrularak ıhlamur ağacına çıkmayı denedi. Bal peteği yüksekteydi; ağaç ise düzgün ve budaksızdı, anne ayı, kırık tırnakları ve yaşlı vücudunun ağırlığıyla tırmanamayacağını anlayınca niyetinden vazgeçti.
Öfkeyle homurdandı. Ayıcıklardan en oburu ise annesine aldırmadan tırmanmaya çalıştı ve çevik hareketleriyle kolayca ıhlamura çıktı. Annesi kızdı ve pençeleriyle ağacı itip kakarak onu inmeye zorladı. Fakat balın kokusunu alan minik ayı, annesinin ihtarını duymak bile istemiyordu. Pençesini kovuğun içine soktu ve korkunç bir sesle avaz avaz bağırdı. Öfkeli arıların vızıltısı bir anda ormanın akşam sesliğini bozdu.
Arılar kovuktan çıkarak küçük canavara acımasızca saldırdılar. On kadarı ayıcığın küçük burnuna yapıştılar ve ip ince iğnelerini batırdılar. Diğerleri de üşüşerek, büyük tüy kalpağı misali kafasını kapladılar. Ayıcık ağrılarından ulumaya ve kıvranmaya başladı. Aşağıda ise annesi pençeleriyle ıhlamur ağacını itip kakıyor ve ona çabucak ağaçtan inmesini istiyordu. Fakat ayıcık hiçbir şey duymuyor; ulumaya ve çırpınmaya devam ediyordu. Nihayet dallardan yere sıyrıldı.
Bu defa arı ailesi tüm gücüyle ayı ailesine saldırdı. İhtiyar ayı korkmuyordu. Gözlerini korumak için kocaman başını öne eğdi, arıların soktuğu ayıcığı kavradı ve korkunç bir homurtu ile dere doğru koştu. Ayıcığı derenin en derin yerine attı; kardeşini de onun yanına itti. Arkadan da kendisi suya daldı..
Sırtlarına, yüzlerine gözlerine yapışan arılar şimdi su üstünde yüzüyordu. Soğuk su, küçük ayıyı kendine getirdi ve ağrılarını hafifletti. Fakat kafası öylesine ağırlaşmış ve şişmişti ki, gözleri güçlükle fark ediliyordu.
Arıların kovuğa döndüklerini görünce, ayı ailesi de dereden çıktı ve mağaraya doğru yola koyuldu. Yaşlı ayı önde yürüyor ve öfkeli öfkeli mırıldanıyordu. Canı yanan ayıcık da aksayarak ve uluyarak peşinden gidiyordu.
Bir soyka ağaçtan ağaca uçuyor, çığlıklar atıyor ve sanki gülüyordu. Her şeye tanıklık eden ağaçkakan ise şiddetli bir sesle uzun zaman:”Ha,ha, ha, ha, ha haaa!”diye yaygara koparıyordu.
PAVEL VEJİNOV
9 Kasım 1914’te Sofya’da doğdu. Yine doğduğu kentte yüksek öğrenimini tamamladıktan sonra Septemvri ve Plamık gibi ülkenin en itibarlı dergilerinde redaktör olarak çalıştı. Bir süre de, edebiyatta ve sanatta kuram konularını işleyen “Sıvremennik” adlı derginin Genel Yayın Müdürü görevini yürüttü. 1970’li yıllarda Bulgar Sinematografya Genel Müdür Yardımcısı ve kurum nezdindeki sanat konseyinin başkanlığını yaptı.
Fevkalâde hikâyeleri ve romanlarıyla Bulgar edebiyatının usta yazarları arasında yer aldı. Birçok eseri sinemaya aktarıldı. Bulgar bilim – kurgu edebiyatının da temellerini atan yazarın “Zvezdite Nad Nas“ (Üstümüzdeki Yıldızlar), “Vtora Rota” (İkinci Tabur), “Noştem s Belite Kone” (Beyaz Atlarla Gece Yolculuğu), “Sinite Peperudi” (Mavi Kelebekler) adlı eserleri büyük bir beğeniyle okunmaktadır.1983 yılında vefat eden Pavel Vejinov’un yapıtları Rusça, İngilizce, Çekçe, Macarca gibi birçok yabancı dile çevrilmiştir. Filmleştirilmiş eserleri de bulunmaktadır.
ŞOSEDE BİR SONBAHAR GÜNÜ
Beyaz iskemlenin arkalığı yoktu, bütün sırtımı uyuşmuş hissediyordum. Bir saatten fazla burada oturuyordum. O ise, daracık yatağında bu zaman zarfında hiç kıpırdamadı. Belki de bunun için çarşafları bu kadar pürüzsüzdü; sanki onların içinde insan yatmıyor, bir ceset yatıyordu. Yorgunca bir sesle:
– Anlamı yok! Bütün bu hikâyede hiçbir anlam yok… diye söylendi.
Ona itiraz etmek istedim, ama kendimde bu gücü bulamadım. Biraz sustu, sonra hiç ilgisizce devam etti:
– Bütün