sustum. Beyaz oda yavaşça karanlığa büründü, uzaklardan bir uğultu duyuldu… Yalnız onun yüzü, hep öyle beyaz, yanakları temiz, pürüzsüzce traşlı, göz kapakları karıncalaşmış titreyerek donup kaldı. Pencereye bakarak, sessizce:
– Fırtına geliyor, gitmen gerek… dedi.
– Yok bir şey! dedim. Arabaylayım.
– Hayır, hayır sen git! Yol kayganlaşacak, yolculuk tehlikeli olur…
Hakikaten burada daha fazla kalmanın hiçbir anlamı yoktu. Kalktım ve cesaretle elimi uzattım; gülümsedi ama elini uzatmadı.
–Git,sen git!…, dedi.
Doktor Veselinov, muayenesinde röntgen filmlerinin üzerine eğilmiş inceliyordu. Elindeki film anlayamadığım bir şekilde bana çok uzaklarda karanlık içinde dağılmış bir galaksiyi andırıyordu.
– İlerleme var mı? diye sordu.
– Tereddütle: Başını kaldırmadan var diye düşünüyordum! diye cevap verdim.
– Velhasıl onu ikna etmeniz lâzım dedi. Cerrahi müdahale olmadan hayatını garanti edemem…
– Evet, biliyorum! dedim.
Ancak bundan sonra o biraz doğruldu ve acayip zeytin renkli gözleri ile bana baktı.
Hasta kokuları ve endişe ile ağırlaşan yüreğimle dışarı çıktım.
Daha önce dikkatimi çekmediği geçidin üstünde hakikaten kara yağmur bulutları dolaşıyordu. Betonla kaplı avlunun içinde arabamı toz duman sarıyor. Kısa, sert rüzgâr dans ediyordu. Tam yola çıktığım sırada kurşun gibi kocaman ve iri damlalar düşmeye başladı. Lâstiklerimin aşınmış oldukları o zaman aklıma geldi. Bu ağır konuşmanın ardından kendimi zayıf ve ezik hissediyordum, ama yine de telaşlı değildim. Arabayı geri çektim ve yavaşça sürerek yokuşu tırmanmaya başladım.
Daha ilk kilometrede fırtına beni yakaladı. Gürültülü Eylül fırtınası biraz geç kalmıştı. Arabanın ön camına vuran sudan yol görünmez oldu; durmaya mecbur kaldım. Arabayı dikkatlice bankete çektim ve stop ettim. Yağmur aynı şiddetle şapırdıyor, bulutların gümbürtüsü devam ediyordu. İskar geçidi’ndeki ıslık çalan bu fırtınaları tanıyordum; bir zamanlar onları seviyordum da. Asfalt yolun üzerinde biriken su dere gibi akıyor, ara sıra şimşeklerin ölü yansımaları ile parlıyordu. Yolun öte yanında hiçbir korkuluğu olmayan, buhar kokan dibi görünmeyen korkunç bir uçurum başlıyordu.
Yan camı açtım, yağmur ıslatmasın diye direksiyondan birazcık sağa kaydım. O an mide bulantısı hissediyor, ölüm düşüncesi beni takip ediyordu. En korkuncu o bunu kabullenmişti. Ölümü kabullenmek, bunu hiç anlamıyordum ve bu duyguyu hissedemiyordum. Elbiselerime sinen sanatoryumun o iğrenç kokusu hâlâ midemi bulandırııyordu. Acaba ne olurdu doğrudan uçuruma doğru yürüsem? Herkes bunu delilik zannederdi. O zaman niye hayatta bütün yaptıklarımız delilik olmasın ki? Belki de arkadaşımın kalbinde olan duygu da budur.
En sonunda fırtına biraz diner gibi oldu. Yine de rüzgârla gelen, bulanık ve hafif kurşuni yağmur yağmaya devam ediyordu. Motoru yine çalıştırdım.
Herhâlde uzaklarda, batıda koyu bulutların içinde küçücük bir pencere açılmıştı ki, asfalt pembeleşmişti. Motoru çalıştırarak yokuşu tırmanmaya başladım. Pembeleşme daha da belirginleşti, dağın eteklerindeki akçaağaç ormanları kırmızımsıya bürünüyordu.
İki kilometre yol ya aldım ya da almadım, gözüme uzaklarda bir insan göründü. Tek başına yolun solunda yürüyordu. Arkasından gördüğüm kadarıyla yaşlı bir adama benziyordu. Sıska endamlı ve omuzları sarkıktı. Cılız boynunda yaşlı bir öküzün arabayı bir tarafa çeken gerginliği hissediliyordu. Daha fazla yaklaştığımda üzerinde eski, kaba bir pantolon ve çadır bezinden dikilmiş bir parka olduğunu gördüm. Onu geçmiştim ki, gayriihtiyari bir şekilde durdum. Ani fren yaptığımdan arabanın hafifçe kaydığını hissettim, fakat yine de umursamadım. Kapıyı açıp arkamda yürüyen ihtiyara baktım. Oysa pek de yaşlı değilmiş. Yüzü zayıf, derin kırışıklı,kaba, ve her mevsim bu ormanlarda dolaşarak mantar toplayan ihtiyarlara benziyordu. Adam hafifçe bana baktı, onun için durmadığımı düşünerek yoluna devam etti.
– Binebilirsiniz! dedim…
– Çamurlu ayakkabılarına üzgün üzgün bakarak:
– Kirletirim…
– Yok bir şey, binin…
Adam tereddütle arabaya yaklaştı. Döndüm ve arka kapıyı açtım. Yavaşça:
– Teşekkür ederim, dedi ve arka koltuğa oturdu.
– Mantarları arabada unutacağından korktuğundan mıdır ne, sırt çantasını indirmediği dikkatimi çekmişti. Belki de arabaya hiç binmemiş ve böyle bir alışkanlık edinmemiş de olabilirdi.
– Lâf olsun diye nereye gittiğini sordum.
– Fark etmez! diye cevap verdi. Rüzgârın götürdüğü yere…
Bu kelimeler basitti, ama sesi beni şaşırttı. Böyle işlek ve kültürlü sesin en az eski bir lise öğretmenine ait olması gerekirdi. Ona kısaca yolculuğumun Vlado Triçkov’a kadar olacağını söyledim.
– Evet, biliyorum, dedi. Sizin orada yazlığınız var…
– Afedersiniz, acaba tanışıyor muyuz?… Ben simaları pek belleyemem de!
– Yoo, hayır! Siz beni hiç görmemişsinizdir. Fakat ben sizi bir defa pompalı tüfeğinizle gördüm…
Bu hoşuma gitmedi. Hakikaten iki yıl önce oğlum için böyle bir tüfek satın almıştım. Etraftaki bütün serçe kuşlarını temizlemeden içim rahat etmedi. Bu hatıranın yükünü üzerimde hissediyordum. Ne kadar zaman geçse de kendimi baskı altında hissediyordum. Gayri memnun bir tavırla:
– Evet, doğru! O zamanlar beni bir delilik tutmuştu.
Yol arkadaşım sakince bir sesle:
– Galiba ihtiras insanları en son terk edecek olan tutku olacaktır, dedi.
– Hangi ihtiras?
– Şu öldürme tutkusu…
–Buna cinayet demek biraz fazlaya kaçmıyor mu? Esas itibariyle bu bir avlanmaktır.
– Evet, avlanmak! diyerek kabul etti. Fakat ekledi: Sonuçta canlı bir varlık yok oluyor…
Döndüm ve ona baktım. Daha fazla kederli ve hüzünlü görünüyordu. Gözleri anlamsızca camdan dışarı bakıyordu.
– Siz vejeteryansınız galiba? diye ahmakça soruverdim.
– Değilim. Seneler önce atlar her şeyimizdi. Memleket atlarla doluydu. Şimdi onları traktörlerle değiştirdik… Bundan atlar ne kazandı. Tabii ki hiçbir şey… Belki de gelecekte atları sadece hayvanat bahçelerinde göreceğiz. diye cevap verdi.
Üzülerek:
– Galiba öyle olacak! dedim.
– Hakikaten acıklı bir durum… Tabiattaki iyi bir şeyi tanımlamak zor bir olaydır… Böyle basit bir insandan bu gibi kelimeler duymayı beklemezdim. Bu civarda oturduğunu sanarak mekânını sordum.
– Tanımadığım bu adam :
– Pek yakında değil,diye cevap verdi.
– Bana öyle geldi ki, sanki yakınlardaki bir evden çıkıp geldiniz.
– O oo, hayır! Niye öyle sandınız ki?
– Çünkü karşılaştığımızda