halkım var. Bu çok iyi oldu, göçüreyim, demiş. Delikanlı yanına yuvarlak bir altın alıp halkını göçürmek için yurduna gitmiş. Halkını göçürüp hepsini yeni ülkeye yerleştirmiş. Halk delikanlıyı padişah olarak seçmiş ve delikanlı padişah olmuş.
Sonrasını eski yol arkadaşı olan delikanlıdan dinleyelim. O delikanlı da tüccarlarla beraber bir şehre varmış. Orada ekmek satıp para kazanıp geçinmeye başlamış. Sonra biraz para biriktirmiş. Evlenmiş dükkân açmış ve ünlü bir zengin olmuş.
Bir gün o delikanlının dükkânına bir dilenci gelip dilenmiş. Delikanlı sadaka olsun diye bir şeyler vermiş. Sonra da kendi kendine “Bu dilenci şehir şehir, ülke ülke gezen birisi. Yola beraber çıktığım dostumu sorayım. Belki biliyordur. Bilmiyorsa da bir gün karşılaşabilir.” diye düşünmüş. Delikanlı dilenciye dostunu tarif etmiş. Ancak dilenci öyle birini görmediğini söylemiş. Delikanlı:
– Sen gezen bir adamsın. Bir gün karşılaşırsan ona benim iyi ve çok zengin olduğumu söylersin. Eğer ekonomik durumu kötüyse yanıma gelsin istediği kadar para verebilirim, demiş.
Dilenci bir yerde durur mu, hay hak deyip yoluna devam etmiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra dilenci başka bir ülkeye gitmiş. O ülke padişah olan delikanlının ülkesiymiş. Dilenci, padişahın sarayına gidip yatayım diye düşünmüş. Sonra padişahın sarayına gidip o gün orada misafir olmuş. Akşam laf lafı açmış. Dilenci kendisine dostumu bul diyen delikanlının hikâyesini anlatmış. Padişah kendi kendine “Anlattığı kişi benim dostum. Bununla selam göndereyim. Padişah olduğumu ve ülkeme davet ettiğimi söylesin.” diye düşünmüş ve dilenciye söylemiş.
Aradan günler geçmiş, dilenci dükkân açan delikanlının ülkesine gitmiş. Dostunun haberini ulaştırmış. Maşallah, ben dükkân açıp zengin oldum o ise padişah olmuş ya. Dostumun ülkesini gidip göreyim demiş ve bir gün arkadaşının ülkesine gezmeye gitmiş. İkisi kucaklaşıp öpüşüp, hal hatır sormuşlar. Arkadaşının sarayında bir hafta kaldıktan sonra ülkesine dönmek için izin istemiş. Ayrılırken dostu padişaha şöyle demiş:
– Evinde bir hafta kaldım. Hürmet gösterdin, teşekkürler. Padişahlığında da sınır yok, ama senin sadece bir eksikliğin var, demiş.
– Nedir o, söyle, elimizden gelecek bir şeyse düzeltiriz, demiş padişah.
– Senin karın ejderhaymış. Her zaman şehir dolduğunda yutuyormuş. Karının ejderha olup olmadığını anlamak için akşam olunca keyfim yok, hastayım, gece susadığımda içerim diyerek başucuna bir tabak su koydur. Sonra da uyumuş gibi ses horla. Senin iyice uykuya daldığını düşündüğünde o suyu köpek gibi şapırdatarak içecek. İşte o zaman ejderha olduğunu anlayablirsin. İkinci olarak da yarın ülkenden altmış bir usta topla ve araba yaptır. Karın bunu niye yaptırıyorsun diye soracak. O zaman dün dostum geldiğinde düğününe davet etti. Düğüne ikimiz gideceğiz dersin. O eğlenceyi sever, sevinçten kahkaha da atar. Sonra arabaya oturup yola çıkarsınız. O susuzluğa dayanamaz. Bir yere geldiğinizde susayıp su ister. Az kaldı, işte geldik, işte su diye diye yüksek dağlara kadar varırsın. O zaman fırtına başlar. Arabaya koştuğun atın ipini kesip arabayı devir. Sonra da ata binip kaç. Karın susuzluğa dayanamayıp çatlayıp ölür. Bu şekilde kurtulabilirsin demiş ve padişahın dostu ülkesine dönmüş. Padişah akşam olunca karısına:
– Biraz rahatsızım, yorgunluk var. Bana döşek ser, başucuma bir tabak su koy, gece susarsam içerim, demiş ve yatmış. Gece yarısı karısı tabaktaki suyu köpek gibi şapırdatarak içmiş. Sabah olunca padişah altmış bir usta çağırıp araba yapın diye emretmiş. Padişah emreder de durulur mu, o gün araba hazır edilmiş. Padişah karısını arabaya bindirip atı da koşup yola çıkmışlar. Epey bir yol gittikten sonra yanına aldıkları su bitmiş. Karısı çok susamış ve içecek su istemiş. Padişah az kaldı, işte geldik deyip bir dağın eteğine varmışlar. O sırada fırtına başlamış. Padişah atın iplerini kesip bırakmış. Sonra da ata binip arkasına bakmadan uzaklaşmış. Ejderha kadın oracıkta haykırarak çatlayıp ölmüş. Padişah, karısının sesi kesildikten sonra geri gelmiş ve öldüğünü görmüş. Ejderhanın kayışını kesip beline bağlamış. Artık senden kurtuldum diyerek arkasını dönüp sarayına varmış ve tahtına oturmuş.
Birgün padişah gölün kenarında balık avlayıp geçinen bir ihtiyarın kızı olduğunu duymuş. O kızı istetip almış. Birkaç gün sonra ayı günü gelip, karısı kız doğurmuş. Kız on beş yaşına geldiğinde bir gecede kaybolmuş. Tek evladı kaybolan padişah çok üzülmüş. Her tarafa adam göndermiş. Kızı kimse bulamamış. Padişah bütün vezirlerini çağırıp:
– Gitmediğimiz, bakmadığımı yer nere kaldı, diye sormuş. Birisi:
– Çok uzakta avcılık yaparak geçinen iyi nişan alan bir adam var. Sadece o kaldı. Belki kızınızı o görmüş olabilir, demiş. Padişah bir vezirini gönderip o adamı getirtmiş ve kızını sormuş.
– Efendim, sizin kızınızı görmedim. Ancak gözünle gördüklerini, başından geçenleri anlat derseniz anlatayım, demiş.
Padişah da anlat, demiş. O da anlatmaya başlamış:
– Benim hayatım avcılık ile geçiyor. Bir gün bir yaban atı avladım. Akşam o atı pişirip yerken insan suretinde birisi yanıma gelip oturdu. Yemeğim bitmek üzereyken, geldiği taraftan tekrar ormana girip kayboldu. Tek başıma kalınca korkmaya başladım. Atımın koşumlarını uzunlamasına saksaul ağacının üstüne attım. Üstüne kaftanımı serip bir yere oturup saklandım. Benim oturduğumu görmüş olmalı geri gelecektir diye düşündüm. Gecenin bir vaktinde atım huysuzlanıp kulaklarını dikip durdu. Ben de tüfeğimi elime alıp hazırlandım. Az önce gördüğüm şey geri geldi. Kaftanımı serdiğim saksaul ağacını kucakladı. O zaman iniltili bir ses duyuldu. Tüfeğimle nişan alıp vurdum. Neyse ne sabah olunca görürüm diyerek tüfeğimi başucuma koyup uyudum. Sabah olunca baktığımda tırnakları bir karış bir şey duruyor. Tırnakları saksaul ağacına girmiş. Bu jeztırnak adında bir hayvanmış. Efendim, başımdan böyle bir hadise geçti ama sizin kızınızı hiçbir yerde görmedim. Başka gördüklerini anlat derseniz anlatayım, demiş nişancı. Padişah:
– Anlat, demiş.
– Bir gün hayvan avlayıp akşam bir yerde yiyordum. Boyu bir karış, saçı ayağına kadar uzun bir garip geldi. Oda yemeğini kazana koydu ve ateş yakıp oturdu. Ben oturursam o da oturdu, ben kalksam o da kalktı. Kazanın altına odun atsam o da kazanın altına odun attı. Bir ara kazandaki yemeğim pişti bulamaç yaptım. O da bulamaç yaptı. Kazana bulamaç koydum. O da bulamaç koydu. Yemeğimi tabağa koyup yesem o da yemeğini tabağına koyup yemeye başladı. Ben ne yapsam o da onu yapıyor, iki gözünü benden ayırmıyordu. Ondan önce yemeğimi bitirip onu vurup öldüreyim diye düşündüm. Ondan önce yemeğimi bitirdim ve tüfeğimi elime alıp ateş ettim. Hemen orada can verdi. O insan yiyen “Albastı” denen mahlûkmuş. Efendim, ben böyle belayı gördüm ama sizin kızınızı görmedim. Başka gördüklerini anlat derseniz anlatayım, demiş nişancı. Padişah nişancıya gördüklerini anlatması için yine izin vermiş.
– Bir gün avdan dönerken bir ak yılan ile bir kara yılanın kavga ettiğini gördüm. Kara yılan ak yılanı öldürmek üzereydi. Ak yılanı kurtarıp, kara yılana ateş ettim. Mermim ak yılana değdi, oracıkta can verdi. Kara yılanın sırtına üç saçmam isabet ettiği halde sağ kalıp kaçıp gitti. Yanıma üç adam gelip:
– Sen padişahımıza kötülük ettin. Ak yılan padişahımızın karısıydı. Seni padişaha götüreceğiz diyerek yerin altına doğru götürdüler. Yerin altına girerken tüfeğimi dışarıya bıraktım. Adamlar beni yerin altındaki yılan padişahının