Анонимный автор

Karakalpak Halk Masalları


Скачать книгу

izi hâlâ iyileşmemiş, demiş. Padişah hemen kara yılanı yakalatıp boynunu bağlatarak asıp öldürtmüş.

      Ondan sonra padişah, nişancıya:

      – Senin suçun yokmuş. Suç kara yılandaymış, diyerek eline yuvarlak bir altın vermiş ve yerin altından üstüne çıkartmış. Nişancı yerin üstüne çıktıktan sonra bıraktığı tüfeğii almak istemiş. Baksa ki sadece tüfeğinin iskeleti kalmış. Gerisi yanıp kül olmuş. Ben tüfeksiz nasıl yaşarım, bari elimdeki altınla bir tüfek alayım diye şehre gitmiş, nişancı. Bir adamın elinde tüfek olduğunu görmüş. Adam:

      – Kim bir yuvarlak altın verirse ona bu tüfeği vereceğim, diye bağırıyormuş. Nişancı yuvarlak altınımı verip, o tüfeği almış. Tüfeği aldıktan sonra mesleği olan avcılığa devam etmiş.

      Nişancı bir gün tüfeğini omzuna atmış giderken bir kaplanın gölde büyük bir oğlak ile çekiştiğini görmüş. Bir ara kaplan oğlağı havaya fırlatmış. Oğlak biraz öteye düşmüş. Nişancı da baltasını eline alıp oğlağı öldürmüş. Orada, kaplan ile beraber oğlağı yiyip yatmışlar. Bir gün sabah kaltığında kaplan ortalıkta yokmuş. Şimdi gelir diye düşünmüş ama o gün kaplan gelmemiş. Ertesi gün nişancı kaplanı aramak için yola çıkmışken kaplanın karşıdan geldiğini görmüş. Kaplanın eskisi gibi keyfi yok ve sırtı yara içindeymiş. Nişancı kaplanın sırtına ilaç sürmüş ve birkaç gün sonra yarası iyileşmiş. Birgün, kaplan yine ortadan kaybolmuş. Nişancı iki günbeklemiş ama kaplan gelmemiş. Başına bir iş gelmiş olmalı diyerek aramaya çıkmış, nişancı. Ararken iki ölü kaplana rastlamış. Birisi nişancının dostu olan kaplanmış. Diğeri ise nişancıyı yemek için arkasından takip eden kaplanmış. Nişancının dostu olan kaplan bunu farkedip diğer kaplana saldırınca ikisi de ölmüş. Nişancı dostu olan kaplanı gömüp üzüntüyle dönerken önüne bir kız çıkmış. Nişancı kendi kendine “Önüme bir şeyler çıkıp duruyor. Bu kız da bana düşmandır.” diye düşünüp kızı yanına yaklaştırmadan ateş etmiş. Kız mermi isabet edince inleyerek ağlamaya başlamış. Nişancı kızın yanına yaklaştığında:

      – Ben sana on beş yıldır uzaktan âşığım. Seni aramaya çıkalı günler oldu. Sonunda senin merminle ölüyorum, demiş ve gözlerini yummuş. Nişancı da kızı orada yıkamış Güzelce gömüp üstüne mezar yapmış. Bunları hepsini nişancı padişaha anlatmış. Son olarak da belki o kız sizin kızınızdı, demiş ve susmuş. Padişah bunun üzerine o kızın kendi kızı olduğunu anlamış. Padişah, nişancıyı dünya ahiret damat ilan edip vezir yapmış.

      ÇARK-I FELEKLİ ÇOCUK

      Eskiden bir padişahın oğlu varmış. Padişahın oğlu bir gün şehre gitmiş. Pazarda bir adamın:

      – Çark-ı felek satıyorum diye bağırarak dolaştığını görmüş. Padişahın oğluu hemen o adamı çağırmış:

      – Çark-ı feleğin ne özelliği var, diye sormuş.

      – Sağ kulağını büksen gökyüzüne uçar ve uçup görmediğin şeyleri gösterir. Sol kulağını büksen yere iner, demiş. Padişahın çocuğu adamın istediğini verip on bin altına çark-ı feleği satın almış. Bir gün evdekilere belli etmeden, kimseye göstermeden çark-ı feleğine binip sağ kulağını bükmüş ve uçmuş. Güneş batarken de bir yere konmuş. Nereye gitsem diye düşünürken kenarda bir evde ateş yandığını görmüş. Çark-ı feleği bir yere bırakıp o eve gitmiş. Gittiği ev yaşlı bir kadının eviymiş. Çocuk yaşlı kadın ile konuşup tanıştıktan sonra yaşlı kadının evde tek başına çarık yaparak geçindiğini öğrenmiş. Yaşlı kadın çocuğa:

      – Ne iş yapıyorsun, diye sormuş.

      – Kaybolmuş, sahip çıkacak birini arayan biriyim, demiş.

      – Ah yavrum, benim oğlum da yok, kızım da yok tek başımayım. Otuz kadar hayvanım var. Onlara baksan, olur yavrum, demiş yaşlı kadın.

      – Tamam, anne, deyip kabul etmiş çocuk.

      O gün çocuk yemeğini yiyip dışarı çıktığında doğudan ve batıdan iki ayın çıktığını görüp:

      – Anne, anne! Bu taraftan bir ay, şu taraftan bir ay çıkmış. Bu nedir, diye sormuş. Yaşlı kadın çocuğa:

      – Bu taraftaki bildiğin gökyüzündeki ay. Şu taraftaki insan yüzü görmemiş, tek başına bir yerde oturan padişahın kızının güzelliğidir evladım, demiş.

      Çocuk sabah günlük elbiselerini giyip hayvanlara bakmaya gitmiş. Akşam gelip yemek yedikten sonra yatmış. Çocuk yaşlı kadın uyuduktan sonra gece yarısı kalkıp padişahın kızı ile tanışmaya gidip geri eve dönmüş. Sabah olduğunda padişahın kızının yüzünde sivilce çıkmış diye söz yayılmış.

      Sabah padişahın kızına bakan hizmetçiler kızın yüzündeki sivilceyi görünce kızın yanına bir erkeğin geldiğini anlamışlar. Bu erkeği bulmak için köyün başından başlayıp aramaya başlamışlar. Ararken sıra yaşlı kadınının evine gelmiş. Yaşlı kadın onlara belli etmeden uçarak hayvanları gütmeye giden padişahın çocuğunun değerli elbiselerini bir sepete koyup tezek toplayan yaşlı bir kadın gibi evinden çıkıp gitmiş. Arama yapan padişahın adamları yaşlı kadını görüp şüphelenmişler. Yaşlı kadını çağırıp üstünü aradıklarında sepetteki değerli elbiseleri görmüşler.

      – Bu elbiselerin sahibi nerede, hemen söyle diye çıkışmışlar padişahın adamları yaşlı kadına.

      – Bu elbisenin sahibi hayvanları gütmeye gitti, demiş yaşlı kadın. İki adam gidip çocuğu hayvanları güttüğü yerden alıp padişahın yanına götürmüşler. Padişah çocuğa:

      – Sen kızıma layık delikanlıymışsın ama sen bize haber vermediğin için suçlusun. Onun için bunu temiz bir yere götürüp kellesini alıp yakın. Külünü kızımın yüzüne serpin, demiş padişah kendi adamlarına.

      Padişahın emriyle cellâtlar çocuğun kellesini almak için hazırlanmışlar. O zaman çocuk cellâtlara:

      – Ağalar, beyler, beni öldürmeyin. Bu çark-ı feleğimi tamir edeyim, ben öldüğümde mezarımın başına dikersiniz, demiş. Cellâtlar izin verip kenarda konuşurlarken çocuk çark-ı feleğinin sağ kulağını büküp uçarak kaçmış. Bu duruma Cellâtların ağzı açık kalmış. Çocuk akşam gelip padişahın kızını alıp bir ormana götürmüş. O ormanda birkaç yıl yaşamışlar. Delikanlı hayvan avlamış, karısı ağaçlardan meyve toplamış. Bunları yiyerek hayat sürmüşler. Aradan biraz zaman geçtikten sonra karısı hamile kalmış ve altın perçemli erkek çocuk doğurmuş. Erkek çocuğu altı yaşına geldiğinde gümüş perçemli kız doğurmuş. Oğlu da kızı da akıllı, zekiymiş. Kız üç yaşına geldiğinde altı yaşındaki ağabeyine:

      – Abi, bizler buralarda ne yapıyoruz, bizim hısım akrabalarımız yok mu? Anneme sor. Ancak annem söylemezse o zaman “Anne bana kavurga kavur.” de. Kavurga tam kavrulmadan ocaktan alıp vermesini iste. Kavurgayı kaşıkla verirse yeme. Elinle ver de. Eliyle verirken sıcak kavurgayı eline bastırırıp “Yerimiz, yurdumuz neresi?” diye sor, demiş. Çocuk kız kardeşinin dediklerini yapmış. Annesi:

      – Yerimiz, yurdumuz var. Ama gidemiyoruz, demiş. Çocuğu:

      – Niye gidemiyoruz diye sormuş.

      – Yolda üç dev var. Gidersek bizleri öldürür, demiş. O zaman çocuk:

      – O devlerden korkma, üç devi bana bırak, üçünü de öldürürüm, demiş.

      – Öyleyse