Dinis Bülekov

Ömür Tektir


Скачать книгу

cesur bir şekilde anlatıldığını vurgular.

      Ömür Tektir romanını, Dinis Bülekov’un eserlerinin yeni bir basamağı olarak değerlendiren Ehyer Hekim31, romanda yer alan olayların asıl konu dışında geliştiği kanısının oluşmasına rağmen konuların ustalıkla tek bir merkezde toplandığını ve “Ömür Tektir.” düşüncesiyle romandaki asıl çatışmanın anlatıldığını belirtir.

      Ehyer Hekim, Bülekov’un konuyu anlatma biçimi ve eserde kullandığı dille ilgili olarak da “Romanda olayların dinamikliğine, karakterlere dikkat etmemek mümkün değil. Dinis Bülekov’un bir başarısını daha görüyorum. Akıcı bir şekilde, halk diliyle yazdığı için eser kolay okunuyor; sürükleyici olan eserde kahramanlara katılıp bazen yazar endişeleniyor, bazen seviniyor, bazen de ironiye yer veriyor. Burada rahatsız edici bir akıl vermenin, okuyucuya ahlak kurallarını öğretmeye çalışmanın eseri bile yok. Sıcak hikâyeler, ibret verici dersler olayların akışında, karakterlerin zihnini kaplayan pişmanlıklarda tabii olarak ortaya çıkıyor.” değerlendirmesini yaparken eserde roman kahramanlarından biri olan Kaznabayev’in milletvekilliğine seçilmemesini “Hacimli eserin ucu ucuna denk gelmemiş yerleri de var.” diyerek eleştirmektedir. Bu eleştirisini de Bülekov’un gerçek yaşamında katıldığı milletvekilliği seçimlerinde, olayların böyle sonuçlanmamış olmasına dayandırmaktadır. Ayrıca olayların anlatımında ve tasvirlerde Kaznabayev’e göre Arınbasarov’un daha az anlatılmış olmasını da eleştiren Ehyer Hekim, bu eleştirilerin; “saflığı, adaleti koruyan, yaşamın güzelliğini onaylayan roman”ın olumlu taraflarına zarar vermeyeceğini belirtir.

      Ravil Bikbayev32 1992’de Ağizil dergisinde basılan romanın “Ömür Tektir” başlığının altında “Zamanın Olayları” yazıldığını ve bu sözlerin de Bülekov’un nesrinin asıl özelliğinin toplu ifadesi olduğunu söyler. Ayrıca Bikbayev, Remi Garipov’un “Ne anlamı var doğru söz söylemenin, doğru söz eğer gecikirse?” sözünü örnek göstererek “Dinis Bülekov’un ‘Ömür Tektir’ romanındaki sözlerin vaktinde söylenmesi, Remi Garipov’un acıklı sorusuna cevap gibidir. Evet, ömür de kader de namus da tektir. İşte bunun için bu roman herkese bunu hatırlatan ilahî bir eser ve paroladır.” değerlendirmesini yapar eserle ilgili olarak.

      ÖMÜR TEKTİR

      Roman

      Eserde olaylar uzun sürmüyor, ancak bu arada söylenebilenler de baştan aşkın

Yazar

      İlk bölüm, yani aylı gece aysızından nesiyle ayrılıyor

      Boş şehir sokağından, bir yerlere geciken yalnız tramvay etrafı gürültüye boğup, canhıraş bir hâlde koşarak geçti gitti; sanki onu arkasından kovalıyorlar, hatta aceleciliği yüzünden yanan trafik ışıklarına, duraklara da dikkat etmedi. O gidince, biraz vakit geçtikten sonra, kabir sessizliği yerleşir gibi oldu. Arada sırada ayakları kaldırım taşlarına değerse değen, değmezse aşağıya doğru hızla hamle yaparak geçip giden yalnızları da hesaplamazsan büyük taş şehrin, zor bir çalışma gününden sonra bitkin bir şekilde derin bir uykuya daldığına inanmayacak hâlin yok ya. Yaz gecesi, akıl almaz sıcak, hava leylak kokusuyla kaplanmış; bunun için mi acaba, her çalıdan, her ağaçtan, çiçekten demet demet ışık saçılıyor gibi…

      Gökyüzünde dolunay yüzüyor. O kendisinin bugünkü kaderinden, payına düşen gümüşünden memnun; yavaşça, sadece ona verilen ay işlerini yaparak, yukarıdan gizemli bir şekilde aşağıya bakıyor; yerde neler olduğunu, neler yapıldığını sabırla gözden geçiriyor. Belki onun da işleri iyi değildir, böyle çiçek kokusu sinen sessiz bir akşam olmasına rağmen bazen yüzünü kırıştırıyor gibi, böyle anlarda da ıvır zıvır bulutlar çabucak onu kaplayabiliyor; her şeyi de görme, yerde neler yapılmaz; ayrıca, sen yüksektesin, alçalma! Hayır, ay bunlara razı değil, burnunun ucunda hareket eden ıvır zıvırları köpük üfler gibi tozutarak gönderiyor ve yine bakışlarını aşağı yöneltiyor. O bundan fazlasını yapamıyordur, onu biz insanoğulları da anlayamıyoruzdur. Belki bunu anlamak için bizim de bazen ay gibi yukarıdan aşağıya bakabilmemiz gerekiyordur.

      …Aslında, şehrin büyük taş sokakları ilk bakışta böyle sakin görünmüş. İşte, nadiren olsa da yeşil gözlerini parlatarak geniş bir caddeden çalışkan taksiler geçiyor; bu kez de, üç sarı tanker takarak süt taşıyan araba bir ara sokağa girip kayboldu. “Ambulans” da “polis” de geçiyormuş. Ancak, bunlar bize, şehirde yaşayanlara, görünmüyor; sanki, bu patırtılara alışmışız, onları duymuyoruz da görmüyoruz da. Şimdiki beşer, dokuzar katlı hatta bunlardan daha yüksek binaların önlerinde yetişen leylak, kuş kirazı, iğ ağacı çalılarının çiçek kokularından başımız dönünce, bazen bunların arasındaki cıvıldayan bir iki kuşun sesine de şaşırıyor, kendimizi çoktan Ağizil ya da en azından Dim boyunun bülbüllü tuğaylıklarında33 hissediyoruz galiba. Bu bizim şansımız mı yoksa tam tersi…

      Hayır, duyuyor musunuz, Ağizil ormanları ardında gök gürler gibi oldu? Yoksa yanıldık mı? Yok, işte, gök yüzünü ortadan bölerek yine düzensiz bir şekilde şimşek çaktı. Daha önce de şehrin güneyinde ağarmış görünen ufuk hangi arada böyle endişeli bir karanlığa gömülebildi ki?

      Uzaktaki gök gürültüsü daha da dehşetli yankılandı, bu davranışından onun sabırsız oluşu seziliyordu, yoksa yıldırım kamçısını, şehrin yarısının gökyüzüne yetecek kadar vurmazdı. Böyle kötü davranmaya çalışması iyi mi yoksa?

      Baş ucumuzdaki ay ablamız da çabucak yerinden hareket etti, güleç yüzünü kaşmir şalıyla kaplamak için acele etti. Mayıs ayında hiç olmadığı kadar, bir yarıktan serin, gönülsüz bir rüzgâr da esmeyi unutmadı. Bunun için birden bu defa da uyanan çeşit çeşit kuşlar öfkelendiklerini bildirmek için ağlayıp zırlar gibi gürültü yaparak cıvıldaştılar ve gizli bir yer bulup dikkat kesilerek sustular. Kuş kirazlarının, leylakların hoş kokuları da ağaçlarından dışarı gitmeden (onlar da rüzgârın onları koparmasından korktu galiba) yere yapıştı ya da çiçeklerin çiçeklerine hareket etmeden sarıldı. Gürleme, şu anda yaklaştıkça yaklaştı, o her durduğunda daha da inanılmaz bir şekilde elindeki kamçısını oynatıp durdu. Bunları kaşmir şalının kenarını sallayarak sabırlı sabırlı yukarıdan gözetleyen ay ablamız, öfkelenmekten ziyade utandı galiba; burada bana yer kalmadı der gibi, gözlerinden yaş dökerek hızlı hızlı yürüyüp gök kubbeden çekip gitti.

      Vay, ev önlerinde de kimsesiz bir yer yokmuş ki. İşte, budaklı bir kavak ağacına dayanan delikanlı ile kız aniden aydınlığa çekildi, birisi saatine baktı, diğeri (yiğit parçası) acele acele yakındaki leylak dallarını toplamaya başladı.

      – Yeter, ya görecekler! – diye usulca seslendi kız, gömleğini ara sıra çekiştirerek.

      – Görseler ne… – cesur yiğit, olmadık yere kubardı.

      Çok geçmeden, leylaklı kapıdan iki sarhoş çıktı. Bu ikisinden yeller esmişti. Erkekler göğe bakar bakmaz rahatlayıp gerindiler ve biri diğerinden istedi, sigara yaktılar. Leylak dallarının birisini iki tarafından da bir seferde keyifle ısladıktan sonra, el sıkıştılar ve her ikisi de ayrı bir tarafa gidip yok oldu.

      Bir yerlerden başka sesler işitildi, birisi koşup geçti, birisi nefes nefese kaldı, yeniden rüzgâr estiğinde ta nerelerdeki bir balkondan büyük bir tencere kapağı düştü ve kaldırımda şangır şungur ses çıkararak uzun süre yuvarlandı; hatta o yuvarlanıp düşünce de