Dinis Bülekov

Ömür Tektir


Скачать книгу

düzeltti.

      – Tabi, doğru söylüyorsun, sen gitme! Eğri ayaklar daha şimdiden arkamızdan gelirler yoksa. Küçük hanım, biz seni çoktandır izliyoruz. Nihayet seni yakaladık. Artık boşuna serbest bırakmayız seni. Baban altın ocağında altın yıkamasa da, sıkça altın dişli kişileri ameliyat ediyor. Demek ki, zengin! Bu delikanlılar, – o üç tarafı işaret etti – çok istemiyor, hepsi on beş bin. Baban bize, on beş bin hum35 36, e biz ona, sevdiği biricik kızını… Anlaşılmıştır diye düşünüyorum.

      Şu ana kadar korkarak dikilen Gülşan’ı birden sıcak su döküp yaktılar mı ne, bileğinden tutan İlğuca’nın elinden fırlayıp, göz açıp kapayıncaya kadar gidip “şefin” yakasına yapıştı.

      – Sen ne yani, hayvan, benim başımı parayla mı ölçüyorsun? On beş bin mi? Al, sana, al!… – O sağlı sollu başlarını tokatlamaya başladı. Çok öfkelenmiş olan kızı, peltek ile Vadim zorla ayırdı. Bu anda İlğuca da, kendi bile anlamadan, yiğitlerin üstüne atıldı. Gözü hiçbir şey görmedi, ortaya çıkıp yumruklarını salladı.

      – Gülşan kaç!… – diye bağırdı bir anda. – Koş, ben onları bırakmam… İlğuca orduda komando olarak hizmet etmiş bir delikanlı, onların ikisine de yenilecek değildi, ilk önce birisini, sonra ikincisini uçurdu. Başları, bu işe dâhil olmadı, sessizce arabanın ön tarafına girip yerleşti.

      Direksiyon arkasında oturan yiğit gelince, iş çabuk halledildi. Onlardan birisi İlğuca’nın başına sert bir şeyle vurdu. O esnada da, bu hengâmede kavga eden, ısıran Gülşan’ı arabaya doğru sürüklüyorlardı. Sersemlemiş bir hâlde yerde yatan İlğuca yüzü boyunca akan sıcak kanı avucuyla sildi, aklını kaçırtacak bir düşünce ona beklenmedik bir güç verdi. Gülşan’ı bağırtarak arabanın içine tıkıyorlar. Eşkıyalar acele ediyor. Bir anda da Gülşan’ın:

      – Canım!! Kurtar!… – diye yürek parçalayan sesi kulağına çalındı. İlğuca eline geçen ilk taşı alıp, kudurmuş gibi bağırarak, hareket etmeye başlayan “Ciguli”nin kapısını çekiştirdi. Ondan sonra kapı açılmayınca dayanamadı, bir penceresine vurarak onu paramparça edip kırdı ve arabanın önüne dikildi. Görünüyor, arabanın içinde bir mücadele oluyor. Onun Gülşan’ını, biriciğini, alıp gitmek üzereler, maskara etmeye!

      İlğuca çok düşünmedi, kaputun üstüne atladı. Bu anda, araba birden geri geri gitti ve bir dakika durup, öne fırladı.

      İlğuca’nın bedeni arka tekere takılıp, biraz sürüklendikten sonra, su birikintisinin içinde devrilmiş bir hâlde yattı kaldı.

      Bir yerlerden, dumanların arasından, Gülşan’ının sesi yankılanıyor:

      – Canım!… Kurtar!..

      Çok geçmeden hepsi de bu dumanda eriyip söndü. Ama dehşetli gök gürültüsü çok şiddetli bir şekilde yeri de göğü de titretir gibi oldu.

      İkinci bölüm, yani profesör Arınbasarov, görevi bitmeden, Moskova’dan dönüyor

      Profesör Arınbasarov çok yorgun bir hâlde Moskova’dan döndü. Gece boyunca uyumadı. Hâlâ görevi bitmemişti, klinikten acil bir telgraf çekmişler. “Sayın Arıslan Rehmetulloviç, çok acil bir iş çıktı. Ufa’ya dönmenizi rica ediyoruz. Topluluk” İşte bu kadar kısa bir haber, anlarsan anla, anlamazsan, yok. Ne olmuş olabilir? ÇP? Açıkça da yazmamışlar ki, yahu. Sempozyumu bırakıp döndü. Mikrocerrahiyle ilgili tecrübelerini paylaşıyorlardı. Bütün ülkelerden, Avrupa’nın en ünlü adamları toplanmıştı. Arıslan Rehmetulloviç, şimdi havaalanından taksiye binmiş dönüyor, onun yüzü asık. Çok sinirlendiği için, arabasını bile çağırtmadı; ya, döndüğünü bilmesinler. Karısını da iyice tembihledi. Önemli bir ameliyat falan olursa da başka cerrah mı kalmadı. Enstitüde mi bir şey oldu? Parti Teşkilatı seçim toplantısı desen, o da geçti. Burada “topluluk” demişler. Arınbasarov’un, kısacası, ortak bir fikre gelmeye nedense aklı yetmedi. Ancak bir şey içini ısıtıyor: İyi ki, konuşmasını daha önce yaptı. E, diğer çalışmaları o her ne olursa olsun görecek. Sempozyumun raporunu istetip aldırır.

      İşte bu düşüncelerle dairesinin kapısına geldiğinde, şafak sökmeye başlamıştı. Komşusu Meğefür sokaktan bir çamaşır ipi tutarak girdi.

      – Çok erkencisin, – dedi o.

      – Tam tersi, geciktim, gece boyunca yolculuk yaptım.

      – E, e… Biz de işte, sen dönüyorsun diye gece boyunca yağmur yağdırdık. Şimşekler çaktırarak. Bu kadarını da gören yoktu yani.

      – İşte bu yağmur yüzünden uçak kalkmadı ya, komşu.

      – Acele etme, Arıslan, iş işte, kurt değil, ormana kaçmaz. – Ondan sonra çamura bulanan çamaşır ipini gösterdi. – Ya, karım başımın etini yiyince çıkıp alayım desem, yerinde yok. Ta oradaki metruk garajın içinde buldum, – dedi. O yine ekledi: – İyi ki, sağlam kalmış, ya. – Ondan sonra komşusuna laf dokundurmak için acele etti. – Senden bir Fransız parfümü kokusu geliyor, Rus kızlar uğurlamış gibi. Tamam, korkma. Feyrüze’ye söylemem. Otelden bahsedersen elbette.

      Sivri dilli Meğefür ile onlar yirmi yıllık komşular, bunun için de onun davranışlarına alışmış Arınbasarov. Suratı asık bir şekilde taksiden inen adamın içi bir kez daha rahatladı. Cebinden çıkarıp sigara tuttu ve göz kırptı.

      – Ben yani, ben Meğefür. Benim uçak biletim var. Ama işte sen… çamaşır ipini bahane edip nerelerde dolaşıp geliyorsundur. Muhtemelen, Seğize’yi uyutup, kaçmışsındır.

      İkisi de memnun memnun güldü. Tütünleri yakmaya başladılar. Meğefür’le karşılaşmalarına çok sevindi Arınbasarov, çünkü, Feyrüze’sinin yanına asık suratla girmek istemiyordu. Nereye giderse gitsin, her zaman özlemle bekler Feyrüze’si, yüzünde bulut eseri bile görmezsin.

      Böyle diye tam düşünemedi bile, kapı kendiliğinden açıldı. Koridorda Feyrüze’si dikiliyordu. Kapı açıldığında onu hep, uzun mavi sabahlığıyla görmeye alıştığından bu kez şaşırdı kaldı Arınbasarov: Karısı elbiseli, omzunda çiçekli bir örtü.

      – Vay, karıcığım, selam, – o, birden saatine baktı, – işe gitmek için erken değil mi ya? Daha yedi yeni oluyor.

      Feyrüze heyecanlandığını belli etmemeye çalıştı. Arınbasarov, yağmurluğunu çıkarıp, karısına uzattığında gayriihtiyari onun gözlerine dikkat etti, vücudu bir yandı, bir soğudu. Hemen arkasındaki kapıyı kapattı ve Feyrüze’sini kucakladı. Beynini bir düşünce yaktı. Kendi bile fark etmeden:

      – Şey, annem mi yoksa?… – diye korkarak, nefesini bir defada dışarıya üfledi; ayaklarının bağı çözülerek, o, duvara yaslandı. Annesi çoktandır hastaydı, ama köyü bırakmak istemediğinden hâlâ, köyde kardeşinde kalıyordu. Yaşlı yani artık.

      Nasıl bir hata yaptığını Feyrüze’si de anladı ve acele edip başını salladı.

      – Yok, Arıslan, kayınvalidem iyi, – o, kocasının göğsüne başını koydu. Dün köyden aradılar, bu yıl habantuy37a çağırdılar.

      Arınbasarov, karısının beyaz telleri görünen yumuşak kahverengi saçlarını okşadı, kıvırcık saçlarının bembeyaz nefis boynuna değer değmez titremesine büyülenerek baktı ve nedense hisleri taşıp gitti, gençliğinde olduğu gibi, sıkıca, göğsüne yasladı:

      Diğeri